Ayamama deresinde boğulan ahlâk ve fazilet üzerine…
Âniden bastıran, otuz cana mâl olan bir sel felâketi ile iflâs eden gelecek yılın kültür başkenti İstanbul’da meydana çıkan manzara, neresinden bakarsanız bakınız, neresinden tutarsanız tutunuz bir yönetim faciâsıdır. Bir yandan bir yönetim faciâsıdır, diğer yandan felâketler karşısında süratle yardımlaşma organizasyonları hayata geçirebilen bir toplum olarak, felâket sonrası oluşan o yağma görüntüleri açsından da insanı utandıran bir rezilliktir…
Televizyon ekranlarına yansıyan görüntüler, içine düştüğümüz içtimâî tefessühün boyutlarını içler acısı sahnelerle kazıdı hafızalarımıza..
Yolda görüldüğünde karşıdan karşıya geçmesi için elinden tutulan yaşlı başlı amcalarımızın, elindeki yükü paylaşılması gereken teyzelerimizin, gencecik kızlarımızın, taşı sıksa suyunu çıkaracak delikanlılarımızın, çoluk çocuk mâaile bir yağmanın peşine düşmelerini yalnızca fakirlik ve geçinememekle izah edip üzerinde hiç kafa yormamalı mıyız acaba?
Bu görüntüler üzerinden içtimâî bir ahlâkî tefessüh endişesi, içtimâî bir fazilet tükenişi hayıflanması ve ferdî bir onur kaybı eseflenmesi haksız bir yargı mıdır?
Bu yağma tenezzülüne düşmüş insanlara haksızlık mı etmiş oluruz?
Birkaç dakika evvel insanları yutan ve cesetlerinin birkaç metre ötede durduğu bir felâketin tam ortasında bir ütü için, bir kaç parça çanak-çömlek için, bir tost makinesi için, haydi biraz daha para edecek olan bir buzdolabı ya da LCD televizyon için kendi canlarını da tehlikeye atacak kadar alçalmalarının ardında yatan yalnızca fakirlik midir?
Ve bu fakirlik hangi sâiklerle böyle bir felâketin ortasında insanları bu denli bir alçalmaya râzı edebilir?
Nasıl olsa sele gidecekti, biz alıyoruz…
Evimizde bunlardan yoktu, paramız yok alamıyoruz…
Çeyizlerimize koyacağız…
Sel seni de getirse seni de alırız...
N’apalım hayat…
Bu cümleler yağma ehlinin ‘neden alıyorsunuz bunları?’ sorusuna verdikleri cevaplardan bâzıları, ekranlara yansıyan…
Şuur altındaki bir ‘hak görme’ psikolojisinin yüzeye çıkmış ve meşrûlaşmış hâli.
Peki ya vicdanlar? Peki ya ahlâk? Peki ya kul hakkı? Peki ya iman? Peki ya âhiret telâkkîsi? Peki ya Allah korkusu? Peki ya Peygamber ahlâkı? Peki ya ümmet şuuru?
Bu tefessühe karşı ancak yüzlerini kapayabilen o insanlar bütün bu ‘peki ya’lardan nasıl teberrî edebildiler? Yalnız kaldıklarında, yağmaladıkları o eşyâları evlerinde kullanırken, kızlarının çeyizlerine koyarken, mâsum bir yuvayı daha temelinden kirletirken bu ‘peki ya’lardan nasıl kurtulabilecekler?
Bu yağmaya katılan güruh birkaç kişiden oluşmuş olsa idi, ‘kendini bilmez birkaç taraftar’ retoriği ile meseleyi geçiştirebilirdik.. Vâ-esefâ ki öyle olmadı.. Oldukça kalabalık gruplar hâlinde insanımız yağmaya katıldı, hatta şehirlerarası yağma turları bile organize edildi..
Kaynağı ne olursa olsun “yalnızca” hâricî etkenlere istinâd ederek oluşmuş /oluşturulmuş bir kader anlayışının ve/veya ahlâkın “bizâtihi” varlığından haber-dâr olmamış/olamamış olmalarının etkisi nedir acaba bu çürümüşlüğe?
Sel felâketi bir kaderdir, öyleyse yağma da bir kaderdir, yazılmıştır gibi bir cebrîye kader anlayışı mı acaba bu insanları harama el uzatırken ellerinin titremesine, yüzlerine en azından bir mahçûbiyet ifâdesi yerleşmesine engel olan? Bir trajedinin tam ortasında harama tevessül ederken bile pişkin pişkin gülebilen insanımızın bu pervâsızlığı “bu da geçer yâ hû” diyebileceğimiz ve kadere havâle edebileceğimiz kadar sıradan bir vakâ mıdır?
17 Ağustos depreminde benzer kader telâkkîleri serdedilmişti, tafsilâtı şu ânda abes…
Hz. Ömer’in, Şam yolculuğuna çıkacağı sırada, Şam’da veba salgını haberinin gelmesiyle seyahatten vazgeçmesi üzerine kendisine “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun yâ Ömer?” sorusuna verdiği cevap ne kadar mânidardır ve ne güzel bir ölçüyü koymaktadır önümüze: “Evet, Allah’ın bir kaderinden diğer bir kaderine kaçıyorum…”
Yağmaya çıkan insanlarımız sel felâketi kaderinde(!) niçin yardım kaderine, en azından dua kaderine ilticâ etmediler de, yağmaya tevessül ettiler?
Sanırım bu hususlara en trajik cevabı İstanbul’un bir numaralı mülkî âmiri olan Vali Bey verdi:
“Büyük yağış geliyor Allah bizi korusun”.
Ya büyük yağışlar tekrar gelirse ve yine pek çok can kaybı olursa ne diyeceğiz?!
Belki şöyle dua etmeliyiz:
“Allah’ım bizi bize bırakma, aklımıza mukayyet ol…”.
Sel felâketinde ölenlere Allah’tan rahmet… Küçük Dila bebeğe Allah’tan rahmet, ailesine sabır…
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi