Asrın İdraksizliğine Neyi Söyleteceğiz?
Merhum Mehmet Akif ‘asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı’ derken Batının irfânına, fennine talipti.
Asrın idrâkine İslâm’ı söyletmenin zeminine Batının son yüzyılda kat’ettiği ilmî, fennî, teknolojik ve idârî ilerlemesini oturtuyordu. O dönemin ‘İslamcılık’ fikrinin temelinde, yenilenme yani tecdit, yani İslâm’ı bir bütün olarak ‘yeniden’hayata hâkim kılmak ve yine Batı’dan ithal bir kavram olan ‘akılcı’ bir metodla müslümanları batı sömürüsünden kurtarmak, esâretten, taklitten, hurâfelerden temizlemekti... Batı’nın reformizminin karşlığı bulunmuştu; tecdit: yenilenme...
Meselâ Musa Carullah(1875-1949), “İnsanlık gelecekte bugünkü durumundan daha iyi bir hâlde olacaktır” derken, buna inanıyordu, çünkü aksi hâlde terakkînin ve gâyenin bir mânâsı kalmayacaktı.
Namık Kemal(1840-1888), “İstikbâlimiz emindir, çünkü ‘zamanların değişmesiyle hükümler de değişir’ kaidei-i fıkhiyyesi hükmünce âlemin her cihetinden zuhur eden âsâr-ı terakkiyâtı telâkkiye memur olduğumuz için bize göre mâziye avdet veya tavakkuf(geçmişe dönme veya halde durma) câiz değildir.”
Şehbenderzâde(1865-1914) de aynı dönemde hemen hemen aynı şeyleri söylüyordu: “Hayat yenileşme demektir. Bir hâli muhafaza fikriyle hayat fikrini birleştirebilmek için kara cahil ve tamamıyyle gâfil olmak icab eder. Tekâmül kanunu, zaman ve muhitin değişiklikleri şahıslar gibi cemiyetleri de ıstıfaya mecbur kılar. Bu mecburiyetten kaçınmaya kalkışmak fikrî duraklamadır ve evvelâ hastalığı sonra da ölümü doğurur.”...
Sait Halim Paşa’nın görüşleri de pek farklı değildi. “Batı medeniyetinden istifade teşebbüslerimizin hezimetle neticelenmesine rağmen şunu da itiraf etmeliyiz ki, millî terâkkimizi temin etmek için, o medeniyetten büyük ölçüde faydalanmaya mecburuz... Şu hâlde bizim de şimdiye kadar takip etmemiz gereken yol, Avrupa medeniyetini millîleştirmek, yani mümkün mertebe muhitimize ısındırmak olacaktı. İşimiz, medeniyetimizin gelişmesi için gerekli ve ona uyabilecek olan şeyleri Batıdan alarak kendimize tatbik etmekten ibaret olmalıydı...”.
Bu uzun iktibasları meselenin tarihî seyrine temas edebilmek için buraya aktardım. Bizim ‘Batılılaşma’ serencâmımızın ne kadar hazîn bir trajedi olduğunu vurgulamak için aynı dönemin fikir adamlarının görüşlerini paylaşmak istedim sizinle. Bunların arasında öyleleri var ki, buraya onların fikirlerini taşımak sütunumuzun hacminin ötesinde. Mesela, Prens Sebahattin’in babası Fazıl Ahmet Paşa’nın ‘Paris Mektupları’ isimli risâlesi bunlara çok çarpıcı bir örnek: Fâzıl Paşa'nın Avrupa'dan padişâha hitâben yazdıklarına bir bakılım: “Zât-ı hümâyûnunuz tenezzül edüb Paris ve Londra ve Floransa gazetelerine nazar buyurunuz! Göreceksiniz ki bizi muhafazada bunca menâfii olan Garp memleketlerinde bizlere yakında düşüb hârâb olacak bir devlet nazarıyla bakıyorlar! Fransa, İngiltere, İtalya devletlerinin vekilleri her sabah kalktıklarında sizin vükelânızın etdiği işlere ve ahâlinizin çektiği belâlara müteallik evrâka nazar iderek, 'Bu devlet kâbil-i intizam değildir! Kâbil-i intizam olmayan devlet ise elbette mahvolur, artık bu devleti hâline bırakalım, varsın mukadder olan zevâli bulsun, zirâ onu zevâlden vikâye mümkün olamaz' deyû söyleşirler ve yekdiğerine yazarlar.”
Batı’nın ilmini ve fennini almak fikrinin temelindeki ‘hikmet müslümanın yitik malıdır’ prensibinin altında yatan, ‘aslında Batı müslümanlardan geçmişte öğrendikleriyle buraya geldi’ gibi akıl yürütmeler ve Avrupalıların daha düne kadar helâ nedir bilmeyen, yıkanmayı müslümanlardan öğrenen, yoğurt yapmayı, logaritmayı ve bunlar gibi nice ilmi ve meziyeti müslümanlardan öğrenen barbarlar olduğu fikriydi ki, teorik olarak doğru olsa da bizim yaramıza merhem olmuyordu... Bugün bile bu tür önermelerin konuşulduğunu düşünürsek, o günlerdeki mezkûr fikrî mütalâaları daha kolay anlamak mümkündür...
Bu bir mağlubiyet psikolojisiydi, ortaya atılan görüşler de samimî bir ‘yenilenme’ çabasıydı. O günlerde Batının ilmini ve fennini alıp, ‘asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı’ retoriğinin izdüşümü, günümüze hiç bir kayda bağlı olmaksızın‘batıcılık’ ve ‘batılılık’ olarak düştü; hâlâ aynı izdüşümün gölgesi altında hem devlet, hem de fikir dünyamız dönmekte, debelenmekte...
Bu fikrî cereyanların sınıflandırıldığı da bir vakıâ tabii ki. Gelenekçi muhafazakârlar / modernistler / orta yolcular / modernizme karşı olanlar... Bugün de başka isimlerle benzer temâyüllerin toplumun içinde barındığını biliyoruz. Fakat, bugünün dünden bir farkı var; bugün onlar kadar düşünemiyoruz, üretemiyoruz... Hiç bir hâdise karşısında fikrî bir pozüsyon alamıyoruz, Batının meydan okumasına karşı koyma argümanlarından bugün de mahrumuz.
Türkiye’nin kendi içinden mâruz kaldığı toplumu siyâsetsizleştirme ve toplum mühendisliği organizasyonlarına bile sunduğumuz ciddi alternatiflerimiz yok. Ne Avrupa Birliği, ne laiklik, ne Güneydoğu, ne işsizlik, ne eğitim, ne adalet, ne sağlık hiç bir konuda dikkatleri celbedecek reform sayılabilecek ve ayağı yere basan projeler üretemiyoruz.
Mâruz kaldığımız insan hakları ihlâlleri, eğitim özgürlüklerinin kısıtlanması gibi durumlarda, geriye dönük on yılda elimizdeki en önemli argüman; ‘Batı tipi laiklik anlayışı’ idi. Avrupa’daki gibi uygulansa aslında biz ona râzıydık... Bakın Avrupa’da hiç parti kapatılıyor muydu? Başımıza siyâsi bir kaza geldiğinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yolunu tutuyordu bazıları...
Peki şu demokrasi, sekülarizm, laiklik, hukuk devleti, insan hakları gibi Avrupa’nın ürettiği kavramlar hakkında gerçekten biz ne düşünüyorduk? Bu kavramları daha önce hiç mi duymamıştık, kendilerini olmasa da keyfiyetlerini de mi iç duymamıştık? Bu mümkün olamazdı, çünkü, geriye dönüp baktığımızda hemen arkamızda kesintisiz bir bin yıl vardı. Tüm kurumları, gelenekleri ile bir medeniyetin çocuklarıyız ve bu soruların cevapları üzerinde hiç durmuyoruz... Bir şeyi son zamanlarda fazlaca konuşur olduk; ‘Türk’ün ilerleme yönü hep Batıya olmuştur’. Eee ne anlamalıyız bundan? ‘Biz zaten Batılıyız’; bunu anlamamız isteniyordu galiba! Peki neden yönümüz hep Batıya dönüktü? Gerçekten Batılı olduğumuz için mi?
Hayır, biz hiç Batılı olmadık. İçimizde Batılı gibi düşünen münevverlerimiz oldu, Batılı devlet adamlarımız oldu, sanatçılarımız oldu ama biz hiç Batılı olmadık, çünkü hiçbir problemimizi Batılı gibi çözmüyoruz, demokrasiyi problemlerimizi çözme metodu olarak idrak etmiyoruz. Demokrasi bizim devlet aklı için, devlet katında görmek istediklerini iktidara taşıdığı müddete kutsal bir rükûn, aksi olduğunda ise istismar edilen bir azize hükmünde…
İnsan hakları, bizim devlet aklının tayin ettiği haklar manzumesi, fıtratın bu hakları belirlemesi, tayin etmesi mümkün değil… Devlet aklı, başörtüsünü insan hakkı olarak görmüyorsa bu demokrasinin ve insan haklarının bir umdesi olamıyor…
‘Taş atan ocuklar’ metaforuyla mâsumiyet elbisesi giydirilmeye çalışılan PKK’nın lojistik alt yapısı ve terörist hazırlık kurslarının öğrencileri, insan haklarının ve demokrasinin göbeğine oturtulurken, kendilerinden yalızca 3-4 yaş büyük gençlerin, askerliğinin daha ilk aylarındaki ana kuzularının ekin gibi biçilmesinden geriye kalan tek tesellisi ise şehitlik, aslında mazmununda ‘hamam giren terler’ bakış açısı var. Madem ki askersin, öleceksin, ya da öldüğünde bu bir insan hakkı ihlâli olamaz, kınanamaz, lanetlenemez…
Seçilmişler, yani TBMM üyelerinin çıkardığı kanunların teorik olarak tamamı neredeyse Anayasa Mahkemesi’nin lûtfuna bağlı. ‘Demoklesin Kılıcı’ gibi sallanan bir Anayasa Mahkemesi’nin gölgesinde seçilmişler demokrasicilik oynuyor… Devlet aklı, millî iradenin tecelligâhına da güvenmiyor, tedbiri ise Anayasa Mahkemesi.
Ön tedbirlerden birisi siyâsî partilerin önündeki % 10 barajı. Neden % 10? Neden % 15 veya % 5 değil? Bunu bilen yoktur, eminim. Ama bilinen bir şey var, nev’i şahsımıza münhasır demokrasimize pek uygun doğrusu!..
Parti içi demokrasi uygulamalarımız da Divan-ı Hümâyun’un yanında Hitler Almanya’sına rahmet okutturacak cinsten; ama demokrasimize uygun!..
Bir il kongresini kaybetmeğe korkan genel başkanlar, genel merkez yöneticilerinden oluşmuş ‘demokratik hayatımızın vazgeçilmez unsuru’ partilerimiz. Ama demokrasimize uygun!..
‘Gerekirse dağa çıkarız’ diyen genel başkanlar. “Ne işin var dağda, politika üret, çözüm üret, senin işin bu!”diyemeyen kapıkulları. Ama demokrasimize uygun.
Bir vatandaşına “Ananı da al git” diyen bir başbakan, o başbakana “O bizim için neredeyse peygamber gibidir”diyerek, siyâsî tarihimizin yağcılık literatürüne şimdilik son noktayı koyan bir ilçe başkanı ve müteselsil zırvalar. Ama demokrasimize uygun!
Nereden tutsanız elinizde kalıyor!
Köklü değişiklikler, köklü zihnî değişiklikler, köklü bir tecdit.
Mümkün mü?
Neden olmasın?
Nasıl?
Hep beraber kafa yoralım ve cevap verelim bu suale…
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi