Telvin Hüsn-ü Hat Sahaf Şiir
Anasayfa > Nizâm-ı Âlem Yazıları > Sosyal teşrih masasında bir siyâsî hareket Ve “Bizim Çocuklar”a dair bir deneme...

Sosyal teşrih masasında bir siyâsî hareket


Ve


“Bizim Çocuklar”a dair bir deneme...


“Cömert cömert derler maldan ederler,


Yiğit yiğit derler candan ederler...”


 Atasözü


Başlığın çok iddialı olduğunun farkındayım. Böyle bir başlığın çok daha uzun ve meşakkatli bir incelemenin, arşiv taramasının neticesinde yapılacak bir çalışmanın üzerine daha çok yakışacağını da biliyorum. Çünkü, “Bizim Çocuklar”dan, otuz yıldan fazla bir zamandır Türk siyâsetinin ana damarlarından birini teşkil eden bir siyâsî hareketten söz edeceğiz. Türk siyâsetinin bünyesine zaman zaman kan pompalayan, zaman zaman da siyâsetin tansiyonunu ayarlayan bir hareket bu. Belki en az bunun kadar önemli olan da; kökü oldukça derinlerde ve biraz da, İlber Ortaylı’nın‘İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı’ olarak isimlendirdiği bir zaman diliminde siyâsî mânâda ilk nesillerinin yaşadığına inandığım “Bizim Çocuklar”ın öyküsü bu.


İmparatorluk coğrafyasının için için kaynadığı XIX. y.y. sonlarında bünyemizde neşet etmiş, belki iyi niyetli ama bir o kadar da problemli siyâsî hareketlerle arasında zihnî bir akrabalık bulunduğunu düşündüğüm “Bizim Çocuklar”ın öyküsü ile ilgili tercih edilen ‘sosyal teşrih masası’ başlığı hakikaten çok daha titiz ve uzun bir gayretin ihâtalı bir mahsûlü olmalıydı aslında. Lakin, bahse konu gayretli ve titiz çalışmayı üniversitelerdeki odalarında zaman tüketen ve“Bizim Çocuklar” kadrosunun içinden yetişmiş, ya da en azından hayatlarının bir döneminde, ya bir yurt odasında, ya bir bodrum katındaki öğrenci evinde kısa/uzun süreli misafirliklerle de olsa bu özneye teğet geçmiş/kimlik edinmiş veya  talebelik yılları ve sonralarında da hareketin içinde kalmağa devam etmiş, yâhut akademik/siyâsî intisaplarının ardından başka iklimlerde nefes alıp vermeğe başlamış akademisyenlere bırakmak,  hem bu dönemin yazılması, hem de bu arkadaşlarımızın akademik hayatlarının verimini arttırmak için isâbetli olacak diye düşünüyorum.


Fransız İhtilâli’nin savurduğu millîyetçilik, sekülerlik ve modernleşme rüzgârlarının, İstanbul’daki Osmanlıların, direkleri çoktan çatırdamağa başlayan devleti kurtarma çabalarına da tabiî olarak tesir etti ve bu rüzgârlar aydınlanan Avrupa’nın gümrük duvarlarını parçalayarak Osmanlı münevverlerinin ciğerlerini de doldurmağa başladı. Şüphesiz büyük çoğunlukla samimî çabalardı bunlar; içlerinde bugün beslendiğimiz pek çok münevverin derinlikli gayretlerinin de ürünüydü. Hoca Tahsin Efendi’den Prens Sebahaddin’e, Nâmık Kemal’den Ahmet Mithat Efendi’ye, Mithat Paşa’dan Ziya Paşa’ya ve Mahmet Âkif’e kadar pek çok Osmanlı aydını zihnî terakkî sancılarına tutulmuştu ve bu sancılar bir nev’î doğum sancılarıydı; bu sancılar yeni cumhuriyetin öncü doğum sancılarıydı belki, Osmanlıyı ölüyordu, neticesi itibarıyla da Türkiye Cumhuriyeti’nin de doğum habercisiydi. Tabiatı icâbı eski yeniyi doğuracak ve fakat yeni eskiyi öldürecekti..


Lâkin bu modernleşme ve terakkî çabalarından geriye genç Türkiye Cumhuriyetine kalacak olan miras, Ziya Paşa’nın"Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâsâneler gördüm / dolastım mülk-i İslâmı bütün virâneler gördüm" beyti ve Hoca Tahsin Efendi’nin modernleşme fikirleri olacaktı ve bu fikirler tekâmül(!) edip, ‘ne olursa olsun biz Avrupalı olmalıyız’şeklinde el’ân ber-devam bir Avrupalılaşma mania-depresifine dönüşecekti...


Jöntürkler’in belde-i nûr’u Paris’ten yayılan millîleşme, modernleşme sekülerleşme şuaları altında gözleri kamaşan münevverler ve tesiri altında bıraktıkları İstanbul bürokrasisi ve tabiî ki Saray, Balkanlarda başlayan ayaklanmalar ve milliyetçilik cereyanları arasında bu karmaşanın içinden çıkamaz hâle gelecekti. Fakat bu karmaşanın içinden çıkan siyâsî fikirler bir yandan Osmanlının içinden pek çok devletin bağımsızlık ilanlarını ortaya çıkarırken, bugün hâlâ prematüre hayatını devam ettirmeğe çalışan Türk demokrasisinin pek de sağlam olmayan temellerini oluşturacaktı...


Aslında başlı başına bir çalışmanın konusu olan bu sürecin içinden yazı konumuzu ilgilendiren bir teşekkül doğdu; İttihat ve Terakkî Cemiyeti...


‘Bizim Çocuklar’ın aktif siyâset sahnesindeki galiba ilk rolleriydi ve kendilerinden sonraki nesilleri bu kadar tesir altında bırakabileceklerini herhalde bilmiyorlardı...


Onlar bir imparatorluğu parçalarken veya daha iyi niyetli bir ifade ile parçalanmasına muhakkak istemeden sebep olurken, geriye öyle bir zihnî koordinat bıraktılar ki, bu koordinat, genç cumhuriyetin tehlike altında bulunduğuna inanan‘zinde güçler’inin ve bir gençliğin de fikrî koordinatları oldu; zamanı geldiğine inandıklarında “durumdan vazife çıkardılar”.


Mütebâriz hususiyetleri delikanlı olmalarıydı; cesur, atak, yolundan dönmeyen ve galiba birbirlerini içten içe pek sevmeyen delikanlılardı... Aynı neslin insanlarıydılar, benzer vazifelerde bulundular, aralarındaki hiyerarşinin sağlıklı yürümesine engel teşkil edecek kadar birbirlerini iyi tanıyorlardı. Zaaflarıyla, hasletleriyle, kaabiliyetleriyle, acemilikleriyle birbirlerini o kadar iyi tanıyorlardı ve aralarında o kadar benzerlikler vardı ki, birbirlerinin tepkilerini zorlanmadan tahmin ediyorlar, tedbirler alıyorlar, karşılıklı hamleleri birkaç saatlik neticelerden öteye gitmiyordu. Onların siyâsî hayatları bir satranç masasının iki tarafında da aynı kişinin oturmasına benzer ve belki tahtıravelli gibi bir oyundu; onların hepsi(birisi hâriç) bu oyunda zararlı çıktılar, bir imparatorluğun da istikbâliyle oynadılar, tıpkı yaramaz çocuklar gibiydiler, yaramaz ama cesur; ateşle oynamayı seviyorlardı, oynadılar, kendilerini yaktılar, evlerini de yaktılar…


Önemli bir kusurları vardı; birbirlerini yeteri kadar ve kalpten sevmiyorlardı; aynı kendilerinden uzun yıllar sonra benzer bir oyunu oynamak için sahne alan halefleri gibi. Haleflerinin çok sevdikleri bir ağabeylerinin ardında bıraktığı belki de en mühim vesika; “asıl noksanımız yeterince sevmesini hâlâ öğrenememiş olmamızdır” yazılı bir fotoğraf altı yazısıydı... Bu satırların yazarı, kendisinin de içinde bulunduğu mezkûr haleflerin bu kötü mirası onlardan aldıklarını düşünüyor nicedir; onların ruhunun bu nesli bir türlü âzat etmediğini düşündüğü gibi... Tıpkı ‘İttihatçılar’ın mümeyyiz vasıflarının‘komitacılık’ olduğu gibi, modern Türkiye’nin ‘delikanlıları’nın  mümeyyiz vasıflarının da ‘komitacılık’ olması gibi bir tekerrür trajedisinin zihnî bir karâbetten başka ne ile izah edilebileceğini henüz kestiremediği ve bunun kader olup olmadığını da bilemediği gibi?


Kimin Talât; kimin Enver, kimin Cemâl, kimin Yakub Cemil ve daha kimlerin kim olduğunu artık herkesin hayal dünyasına bırakan yazıcı, herkesin bu sahnede nasıl bir rol aldığını da şaire bırakıyor: “Meçhûl neresidir ve meçhûlde bizim için neler söylenir?”… Bildiği bir tek şey var; onlar da bir devleti yönetecek birikime sahip değillerdi, kendileri de bunu becerememişlerdi; acıydı ama böyleydi...


Çünkü onlar saraysızlığın kötü bir saraya sahip olmaktan çok daha kötü bir hâl olduğunu anlayamadılar; bunun ne kadar haklı sebeplerini bulurlarsa bulsunlar, bunu anlayamadılar. O sarayın ve içindekilerin altı yüz yıllık serencâmını anlamağa bile çalışmadılar. Sahip oldukları enerji kaynağı sürekli köpüren öfkeleriydi ve bildikleri bir tek şey vardı; saray ve içindekiler kötüydü. Evet, belki de o gün onlar için böyleydi, lakin bu yüzyılları değil, yalnızca yaşadıkları o yılları ihtivâ ediyordu, ama onlar ufuksuz, öngörüsüz ve galiba akılsız hareket ettiler. Altı yüz yılda oluşan ve dayanaklarını çok daha derinlerden tevârüs eden Osmanlı/Türk devlet geleneklerini ıskaladılar. Osmanlı deyince akıllarına sarayın isrâfı, hafiyeleri ve jurnaller geldi. Oysa Osmanlı demek bu demek değildi, bu kadar basit değildi, bu kadar sıradan değildi. Osmanlı demek sarayda oturan ve dünyanın yüzyıllarca zembereğini kuran, kıtaları ipekten kumaş gibi kesen, kılıçlarından kan damlayan zeki, yalnız, ama kudretli adam demek değildi yalnızca. Osmanlı demek, yalnızca fetih, yalnızca vergi, yalnızca ordu, yalnızca mehter, yalnızca istibdat, yalnızca otorite demek değildi.  Osmanlı demek Türk demekti, ama yalnızca Türk demek değildi, yalnızca devşirmeler iktidarı demek olmadığı gibi…


Belki Osmanlının ne demek olduğunu tahlil edecek bir konjonktürde başlamadılar kavgaya ve ülkeyi yönetmeğe, ama bu onları mâzur göstermedi, tarih içindeki yerlerini değiştirmeğe kâfi gelmedi. Vurdular, vuruldular, öldüler öldürdüler, şöhret buldular, yalnız kaldılar, ihanet gördüler, tasfiye ettiler, tasfiye edildiler, idam ettiler, idam edildiler ve artık tarihin ve arşivlerin tozlu rafları arasındalar...


“Bir devrin delikanlıları” da, yani “Bizim Çocuklar” da yaklaşık seksen yıl arayla onlarla benzerî siyâsî şartlarda başladılar kavgaya, daha doğrusu kurgulanmış bir kavganın içinde buldular kendilerini. Üstelik “Bizim Çocuklar”ın karşısında Balkan komitacıları yoktu, İngilizler yoktu, Çanakkale Boğazı’nda demirlemiş düşman askerleri yoktu, Yunanlılar yoktu, ülkeleri işgâl edilmemişti. Kavganın başlamasından kısa bir süre önce birlikte oyun oynadıkları, aynı okul sıralarını paylaştıkları, komşuları, okul arkadaşları hatta akrabaları vardı. Kavgaları bu kadar mâsum olmadı; onlar da vurdular, vuruldular, öldüler, öldürdüler, şöhret buldular, yalnız kaldılar, ihanetler gördüler, tasfiye ettiler, tasfiye edildiler, cezâevlerini doldurdular, idam edildiler...


Marksizm’in enternasyonel yayılmacılığının iştahını kabartan bir ülke durumundaki Türkiye’de ‘bizim çocuklar’ın direnişi hiçbir ülkenin direnişine benzemedi... Nihâyetinde onlar, mağlup da olsa bir imparatorluğun çocuklarıydılar, serde delikanlılıkları vardı, çok da işe yaradılar.


Teşkilatlanmaları zor olmadı; çünkü zaten teşkilatlarının alt yapıları mevcuttu; Türk Ocakları bünyesinde toplanan milliyetçi aydınları, 1940’lı yıllarda İnönü’nün CHP’sinin zulmü bir araya getirmişti. ‘1944 Milliyetçilik Olayları’ gibi basit bir başlıkla anıldı bahse konu dönem, ama mazmûnu işkencelerle, mahkemelerle geçen yıllardı. Bu kadroların içinden dört isim gelecek nesiller için büyük önem taşıyacaktı; Hüseyin Nihal Atsız, Alparslan TürkeşDündar Taşer, ve Galip Erdem ve tabiî diğerleri...


Ve 1978 kuşağının ağabeyleri, münevverleri ve başkanları da o kadroların içinden çıkmıştı. Türk Ocakları’nın alternatifi yine bir Ocak’tı; bu kez ocağın ismi Ülkü Ocakları’ydı...


Ülkü Ocakları, arka planında, zemininde ve sonrasında Üniversiteliler Kültür Derneği, Ülkü Ocakları Birliği, Ülkü Ocakları Derneği, Ülkü Yol Derneği, Ülkücü Gençlik Derneği bulunsa da, hâricî hafızalarda ve gayrı resmî kayıtlarda “Ülkü Ocaklılar” ve “Ülkücüler” olarak kaldı isimleri, dâhilî hafızalarda ise “Bizim Çocuklar”dı onların isimleri, sıfatları, gizli özneleri... Binlercesinin, yüz binlercesinin hatta hepsinin isimleri, sıfatları, gizli özneleriydi “Bizim Çocuklar”


Onlar, Marksist yayılmacılığın karşısında bir vatan müdâfaası yapıyorlardı, okullarında, mahallelerinde, yurtlarında ülkücülüklerini yaşarken. Mücadele sathı bütün vatandı ve “bahis mevzuu olan vatan ise gerisi teferruat”tı. Okullarını, öğrenci yurtlarını, kantinlerini, mahallelerini, sokaklarını, kahvehânelerini, komünistlere kaptırmamanın, evlerine, işlerine, okullarına, yurtlarına sağ-sâlim gidip gelebilmenin mücadelesini veriyorlardı, yani “Bizim Çocuklar”, “veled-i vakt” olmuşlar ve “durumdan vazife çıkarmışlardı” yine...


Ülkenin karşı karşıya bulunduğu Marksist yayılmacılık tehlikesi karşısında, milletin millî refleksi olmaktan öteye artık onlar bir ideâlin dâvâ adamlarıydı, dört yüz çadır ve göğüsten çıkan çınar ile efsunlanan bir tarih onlara İ’lâ’yı Kelimettullah için Nizâm-ı Âlem ideâlini yüklüyordu…


Kavga, gencecik ülkücülerin ölümleri, işkenceler, hareketin ve gençliğin fikrî yapısını ve koordinatlarını da bir yandan biçimlendiriyor, kervan yolda şekil alıyordu bir nev’î.


Yeni dönemin, yani Ülkü Ocakları’nın kavganın içinde yer alması, beraberinde yeni gençlik liderlerini içinden çıkarıyor, yeni fikirler yeşeriyordu.


1944 yılının fikir zemini yeni döneme dar geliyor ve yeni dönemde “Nizâm-ı Âlem” ülküsü, “Çağrımız İslâm’da Dirirlişedir” sloganıyla daha üst perdeden ve dünyaya daha geniş açıdan bakan, daha geniş bir açıyla algılayan, daha emperyal bir vizyon olarak ülkücü gençliği kuşatıyordu. Esir Türkler, mazlum milletler, geri kalmış İslâm coğrafyası, gibi fark edilmiş gerçekler, argümanlar, tespitler, “Kur’ân’dan alıp ilhâmı asrın idrâkine söyletmek” misyonu ülkücü gençlik için câzibe merkezi olmaya başlıyordu. Âkif’in bu naif ve iç yakan feryâdı “Âsım’ın nesli” ülkücüler için de bir fikrî iltica dünyası, istinatgâh  oluyordu; berâberinde Âkif’in kaderini de yüklendiklerini fark etmeden…


Aslına bakarsanız, bir kavganın ve ateşin ortasına atılmış “Bizim Çocuklar”ın hemen hepsinin içinde romantik bir çocuk vardı ve işte bu romantik çocuk   onları, kuralları, yalnızca hedefe ulaşma hırsıyla belirlenen ve hedefe ulaşırken her vâsıtanın meşrû telâkkî edildiği “siyâset”in içinde  bir başrol değil, ancak naif figüranlara dönüştürüyordu. İttihatçı kadrolar sarayı yorumlarken nasıl pek çok şeyi ıskalıyor idiyseler, “Bizim Çocuklar” da “devlet”i yorumlarken pek çok şeyi ıskaladılar.


Âkif 1925 yılında ülkeyi terk ederken, bir arkadaşına, "Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum" diyordu. Çünkü olan biteni anlayamıyordu. Zihninde olan bitenin karşılığı yoktu, Âkif’în zihni siyâsetin ince hesaplarına çalışmıyordu.


“Bizim Çocuklar” da 12 Eylül ile “saray”ın yani “devlet”in  gerçek yüzü ile yani gerçeklikle tanıştılar. Bedeli ağır oldu. Türkiye’de ve belki de dünyada hiç bir siyâsî kadro bu kadar ağır bedeller ödememişti.


Devlet, Ülkücüleri “toprak-zindan-sürgün” üçlüsüyle "terbiye"(!) etmek isteyecekti.


Yüzlerce idam istemi ile açılan dâvâlar, C5 işkenceleri, hiç düşünmeden uğruna canlarını fedâ ettikleri/edecekleri  İstiklâl Marşı’nı bile dayak zoruyla okudukları uzun süren cezâevi yılları, yurt dışına gitmek(!) zorunda kalan yüzlerce insan, binlerce mağdur mahkûm ailesi ile Mamak Cezâ Evi’nin sembolize ettiği 12 Eylül zûlmü, zihinleri de yeniden  karıştırmış, yeniden biçimlendirmişti.


Geçmişte devleti tanımlarken nasıl bâzı şeyleri ıskaladılarsa, cezâevlerinde yoğun olarak üzerine eğildikleri dinî birikimi de aynı şekilde kaşını gözünü yararak tedris ettiler; bunun sancıları ilerleyen yıllarda daha da hissedilecekti.


Nihayet 1987 yılı ile birlikte tahliyeler başladığında, dışarıda çok şey değişmişti. Özal, Ülkücüleri makam, mevki ve para ile tanıştırmıştı.  Bürokrasinin ve devlet katlarının içinde un ufak olan eski MHP’li ağabeyler(!) için Nizâm-ı Âlem’den geriye yalnızca Âlem kalmıştı.


Buna direnen bir gençlik ve yapı da vardı şüphesiz.


Bizim Ocak Dergisi merkezli bir yapılanma daha 1983 yılında başlamış ve Türkiye’nin her tarafında dergi temsilcilikleriyle teşkilatlanmıştı. Bir avuç idealist, dergi temsilciliği ile Ülkü Ocakları’nın misyonunu devam ettiriyordu...


Alparslan Türkeş, istişâreler yapmak için sonraları “Dedeman Toplantıları” diye anılacak olan toplantıları düzenledi. Hakkında şimdiye kadar pek bir şey yazılmayan bu toplantıların muhtevâsı hareketin genel seyrine pek de tesir etmedi;“Nerede kalmıştık?” denilerek yola devam edildi.


7 Temmuz 1992’ye kadar…


“Dedeman Toplantıları” ve “7 Temmuz 1992” tarihi arasında Ülkücü Hareket’in yaşadığı zihnî, fikrî, aksiyoner tutum kırılmaları, dünyanın ve ülkenin içinde bulunduğu siyasî konjonktür, İran Devrimi’nin Türkiye üzerindeki tesirleri, Irak’ta yaşananlar ve bunların Türkiye’ye tesirleri, Türkiye’nin o günlerdeki telâffuzu ile “terör sorunu”, bu günlerde artık ağızlara pelesenk olan “Kürt Sorunu” gibi pek çok konu etrafında yaşanan tartışmalar, travmalar, anlaşmazlıklar, iç çekişmeler, içerideki denge hesapları ve gün geçtikçe yoğunlaşan fikrî ayrılıklar nihâyetinde 7 Temmuz 1992 Ankara / Maltepe Düğün Salonu’nda bir basın toplantısı ile resmîleşti ve “Ülkü Ocaklarının 1 Numarası”, MÇP genel Sekreter Yardımcısı ve Sivas Milletvekili Muhsin Yazıcıoğlu ve altı arkadaşı MÇP’den istifa ettiler…


Milliyetçi Çalışma Partisi ile bir bağlarının kalmadığını bildiren “Türk Milletine Beyanname” başlığı ile bir bildiri yayınladılar. Muhsin Yazıcıoğlu’nun istifaları ilan eden toplantıdaki istifa metni şöyle başlıyordu:


“Değerli basın mensupları,


Bu sabah ben ve arkadaşlarım MÇP’den istifa etmiş bulunuyoruz.


Kendim bildim bileli Ülkücü Hareketin içindeyim. MÇP’den istifa etmiş olduğum şu anda  da gururla ifade etmek istiyorum ki, ülkücüyüm. İstifamın başka herhangi bir siyasî parti ve ya mevcut siyasi oluşumlarla hiçbir ilgisi yoktur….”


Uzun uzun ayrılığa dair gerekçelerin anlatıldığı basın metni şu parağraf ile son buluyordu.


“Temsil ettiğimiz siyasi çizginin geniş bir sempati desteği vardır. Oportünizm gölgesine düşmemiş milli bir hareketin halk katında en geniş desteği bulacağına inanıyorum. Türk milleti buna hazırdır. Milletimizi lider sultaları üzerinde bina edilmiş partilere mahkum  olmaktan kurtaracak, 2000’li yıllara umutla ve büyük ufuklarla giren milletimize rehber olacak, onun gür şerefli sesini bütün dünyaya duyuracak, sevgiyle yoğrulmuş yüreklerin sıcaklığında birleştirici, toparlayıcı bir siyasi oluşumun gelişeceği zemini hazırlamak istiyoruz.



Geleceğe yönelik  siyasi faaliyetlerimizin  nasıl bir seyir izleyeceğini halkla kuracağımız geniş çaplı istişareler belirleyecektir. Önümüzdeki dönem ben ve arkadaşlarım köy köy, kasaba kasaba Anadolu’yu dolaşarak tabanı ve tavanıyla bütünleşmiş bir milli hareketi örgütlemeye çalışacağız.


Saygılarımla”


Muhsin Yazıcıoğlu


Sivas Milletvekili


“Yeni Oluşum” adıyla yürüyen çalışmalar, 16 Aralık 1992 tarihinde Ankara Yükseliş Koleji Salonu’nda düzenlenen“Karar Kurultayı”yla partileşme kararı ile son buldu. Büyük Birlik Partisi 29 Ocak 1993’te Muhsin Yazıcıoğluliderliğinde kuruldu.


Ülkücü Hareket’in yaşadığı ilk ciddi ayrılıktı/bölünmeydi bu.


Madalyonun iki yüzü vardı; madalyonun bir yüzünde  “ihanet”, diğer yüzünde “siyâsî ayrılık” yazıyordu. Herkes bir yüzünü okudu madalyonun. Ülkücü Hareket’in çok önemli isimleri madalyonun “siyâsî ayrılık” yüzünü okuyarakMuhsin Yazıcıoğlu ile birlikte hareket etmeyi tercih etti.


Muhsin Yazıcıoğlu, “-toprak-zindan-sürgün” üçlemesinde imtihanını başarıyla ve yüz akıyla vermişti. Mamak yıllarında hareket adına ümit merkeziydi, geleceğin adıydı, güzel günlerin öznesiydi.


Büyük Birlik Partisi de bu ümidin, bu geleceğin ve bu öznenin üzerine kurulu bir siyâsî hayata Bismillah dedi…


29 Ocak 1993 tarihindeki kuruluşundan ve 25 Mart 2009 tarihinde iştiyak duyduğu sonsuzluğa ulaşana, Rabbine  kavuşana kadar Ülkü Ocaklarının 1 Numarası Muhsin Yazıcıoğlu liderliğinde BBP çatısı altında on altı sene boyuncaverilen siyâsî mücâdele, Türk siyâsî tarihindeki yerini Muhsin Yazıcıoğlu öznesiyle siyâsetin naif ve temiz bir sahifesi olarak aldı.


Siyâsetin skor tabelâsında kendisine yakışır neticeler hiç yazmadı. Hep diğerleri kategorisine mahkûm oldu. Ama şüphesiz Muhsin Yazıcıoğlu’nun şahsî olarak siyâset alanındaki sıkleti, kendi tabiriyle “özgül ağırlığı” seçim neticelerinin ve  skor tabelâlarının çok daha üzerinde oldu hep…


28 Şubat Dönemi’nde üstlendiği misyon Muhsin Yazıcıoğlu’nun ve BBP’nin yüz akı olarak tescil oldu; güven verdi, cesaretin sesi oldu, sevildi, takdir gördü, itibar gördü…


BBP ile birlikte siyâsî hayata başlayan pek çok partinin nefesi uzun yaşamaya kâfi gelmedi, zamanla esâmesi okunmadı.


Ülkücü Hareket’in yaşadığı bu “siyâsî ayrılık/ ihanet” düalitesi üzerinde tarih henüz kararını vermemiştir bu satırların yazarına göre. Bunu için belki de henüz erkendir. Bildiğimiz bir şey var ki; 12 Eylül 1980 öncesinin kanlı günlerinde“veled-i vakt” olurken nasıl samimî, hasbî, fedakâr, cefâkâr idiyse Ülkücüler, nasıl sonunu bilmedikleri bir kavgaya tutuşurken samimî, hesapsız, cesur idiyseler, bu ayrılıkta da samimî ve hesapsızdılar.


“Bizim Çocuklar”ın önemli bir kısmı BBP saftlarında  el bağladılar, Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte.


Bu tutulan safla birlikte yeni bir Ocak ta tütmeye başladı tabii olarak…


Bir anlamda fikrî kırılmaları ve ayrışmaları sembolize eden ideal İ’lâ-yı Kelimetullah için Nizâm-ı Âlem bu yeni ocağa isim oldu:


Nizâm-ı Âlem Ocakları…  


 1980 öncesi yaşanan ideolojik çatışmalar, ülkenin yaşadığı siyâsî darbeler, Avrupa Birliği’ne girmeyi paranoya hâline getiren siyaset, 12 Eylül darbesinin siyâsî hareketler üzerinde oluşturduğu travmalar, Özalizm’in tahrîb ettiği ahlakî değerler, ideolojik mücadelenin içinden gelen insanların kaybettikleri para ile imtihanları gibi pek çok sebep, varlık alanını genişletiyordu  Nizâm-ı Âlem Ocakları’nın.



 Nizâm-ı Âlem Ocakları, Alperen Ocakları’na dönüştü bir müddet sonra… Ama misyonları yine İ’lâ-yı Kelimetullah için Nizâm-ı Âlem’di.


Yeni bir dâvâ bu gün de abes ve muhâl…


Nizâm-ı Âlem ülkücülerinin ideali İ’lâ-yı Kelimetullah için Nizâm-ı Âlem’dir. Bu ülkede yaşayan herkes ile ortak değeri Lâ İlâhe İlallah’tır, binlerce yıllık millet sevgisidir, vatan sevgisidir, Türkçe sevgisi ve sâdâkatidir, bağımsızlığımızdır, vatanımızın bütünlüğüdür, insan haklarına saygıdır, çevre bilincidir, mazlumun yanında, zalimin karşısında olmaktır, fakirlik ve cehâlet, devleti soymak, yetimin hakkını yemek, ülke kaynaklarını  peşkeş çekmek ile mücâdeledir.


Alperen Ocakları’nın ve Nizâm-ı Âlem Ülkücülerinin tartışılmaz yasakları ise; din düşmanlığı, Türk düşmanlığı, tarih düşmanlığı, devlet düşmanlığı, bayrak düşmanlığı, vatan düşmanlığı, millî kültür düşmanlığı, millî değerler düşmanlığıdır.


Özalizm’in gençlik üzerinde uyguladığı ve el’ân devam eden depolitizasyona karşı mücadele edilmeli, gençlik bu ülkeyi ilgilendiren her türlü mesele ile alâkadar edilmelidir.. Gençliğin bir dâvâsı olması lâzım geldiği bıkmaksızın, usanmaksızın anlatılmalıdır.


Sanat ve estetik alanlarına muhakkak ve muhakkak eğilinmeli ve Ocaklar bu alanda da insan yetiştirecek bir donanıma sahip kılınmalı ve daha da ihatalı olarak Ocaklar bir mektebe dönüşmelidir.


Yeni bir nesil hareketi, yeni bir kuşak hareketi, adına ne derseniz deyin, lakin geleceğe, yani insana hızla ve adetâ topyekûn bir seferberlikle yatırım yapılmalıdır.


Artık Nizâm-ı Âlem Ülkücülerinin çok kuvvetli bir istinatgâhı vardır; onlar MuhsinYazıcıoğlu’nun “dâvâ arkadaşlarıdır”.


Nizâm-ı Âlem Ülkücüleri, bu dünyaya, dehrin cefâsına vedâ ederken bile ülkücülere itibar kazandıranMuhsinYazıcıoğlu’nun “dâvâ arkadaşlarıdır”.


Nizâm-ı Âlem Ülkücüleri, “Bir kar tânesi olsaydım Mekke’ye düşmek isterdim” diyen ve yurdunun dağlarında bir kardelen gibi kaybettiğimiz MuhsinYazıcıoğlu’nun  “dâvâ arkadaşlarıdır”


Nizâm-ı Âlem Ülkücüleri aşktan yana her söz duyduğunda hep Onu hatırlayacak ve Onu hep yanlarında hissedecek, Ondan kuvvet ve birlik duygusu alacaklardır…


“Bizim Çocuklar”ın ağabeyi, dostu, Genel Başkanı ve “Ülkü Ocakları’nın 1 numarası”dır ve hep öyle kalacaktır….


Ves-selâm…




Yorumlar

Güvenlik Kodu

vahiy  insan  şehir  revelation  ahlâk  etik  ethica  nüzhet yalan estetik  metafizik  ebrah doğu  batı  fıtrat  creation  yaratılış  iyilik  kötülük  dürüstlük  eşref-i mahlûkat  kişilik  asâlet  cesâret  vefâ  sadâkat  ihânet  yalan  immoralist  mitoloji  belh’um adâl  aere perennius  antere  genetik  şuur  terbiye  muâşeret  muâşaka  muvâsalat  firâk  zarâfet  letâfet  ferâset  panteon   rolyef  fresk  heykel  portre  gravür   ideal  ülkü  ülkücü   kerbelâ  aşk keşke  cennet  cehennem  araf  âdem  havva  hâbil  kâbil  elma  haz  hayâ  hicap  gurur  hürriyet  adâlet  musâvat  agnostic  akıl  dacret  locig  analytical  antiq  aristokrasi  kûrûn-i vustâ  giyotin  hakikat  hikmet  paradox  dialectic  tenkit  stoa  akademia  logos  logos spermaticos  felâsife  gelenek  hermeneutic  semantic  hint  upanişad  mutezile  ihvân-ı safa  ilk neden   iskenderiye okulu  medinetü’l fâzıla   hürriyet  kölelik  rönesans  ütopya  rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed  kur’ân  endülüs ibn-i rüşd  aristotales  şeyh gâlip  farâbi  platon  sokrat   marcus aurelius  galile  mimar sinan  kirkedard  farabi  ibn-i sina   ibn-i hâldun  kafka  taşköprülüzâde  gazâli  musa cârullah  şemseddin sâmi frasheri  bergson  enver paşa  muhammed ikbal  hayyam  mehmet âkif  yâkup cemil  şems  ibn-i haldun  mevlâna  ali şeriâti  fuzulî  ebu’l âlâ el maarrî  ahmet mithat efendi  cemil meriç  nâmık kemal  ahmed hamdi tanpınar  kemal tahir  yahya kemal  cahid zarifoğlu  dostoyevski  tolstoy  knut hamsun  nietzsche  oğuz atay gogol  albert camus  descartes  herman hesse  puşkin  halil cibran  kaşgarlı mahmut  tevfik fikret  cenap şehabettin  neyzen tevfik  motzart  bach  mahler  tarkovski  suç ve  cezâ   anna karenina  madonna  prag  istanbul  çocuk kalbi  sn. petersburg  soljenitsin  marks  kant  heraklit  hegel  el-hamra  endülüs  kâmus u türkî  redhouse  wagner  kâmus u okyanus  lugat-i fransevî  iliria shqip  meydan larusse  şakâyık-ı nûmâniye  mevzuâtü’l ulûm  abdülkadir merâgi  ıtrî  muhammed esed  michelangelo van gogh  cezanne  rembrand  monet  hoca ali rıza  ulysess gaze  eleni karaindrou  sezen aksu  golha  farid farjad  osman hamdi

Tasarım : ATS