“İki saniye ötesine hükmedemediğimiz bir hayat…” metaforu
ve
komitacılık ile ahlâksızlık arasındaki ince hat…
“Hayat sürprizlerle doludur, biz bir saniye ötesini bile ancak tahmin etmek durumundayız…”(Muhsin Yazıcıoğlu)
Başlıkta ve yazının ilk cümlesinde italiklediğim cümleler, malûm olduğu üzere Muhsin Başkan’na ait..
Yazının ilk cümlesi olarak italiklediğim hayatın sürprizlerle dolu olduğu cümlesi, 09.05.1987 tarihinde Ankara/Kocatepe Kitap Fuarında, bir terâvih sonrası şahsıma hediye ettiği “Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması” isimli kitabın ilk sahifesine düştüğü ithaf cümlelerinin, şahsımla ilgili olanları hâricinde, yazımızın konusuyla alâkalı kısmıdır.
Mayıs 1987 ve Mart 2009.
İki tarih arasında tam yirmi iki yıl var.
Yirmi iki yıl önce de, bir saniyelik bir hayatın geçiciliğine ve yalanlığına atıf yapan Muhsin Başkan, tam yirmi iki yıl sonra bir Konya gezisinde yine iki saniyelik bir hayatın aldatıcılığı karşısındaki zihnî ve kalbî duruşunu beyân ediyor.. Ardından da yine malûm olduğu üzere “fırıldak”lığın lüzumsuzluğuna dair bir hayıflanmasını dile getiriyor… Ve siyâseti algılama biçimine galiba son noktasını koyuyor, çok kısa bir süre sonra sonlanacak hayatı gibi: “Başaramazsak da, ne yapalım, ahirette; ‘vermedin’ diyeceğiz” diyor…
Ve şimdi, bu iki saniyelik hayat ve fırıldaklık metaforu sıkça kullanılıyor, mebzûl miktarda tedâvülde…
Sûfiyâne bir bakış açısı bu.. Reelpolitikte hiçbir karşılığı yok, değeri de…
Hakikate çarpan tarafları ise; ahlâk; “Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim…” diyen ve bir mü’min olarak üzerimize giymemiz, kuşanmamız gereken Peygamberin ahlâkı…
Su nasıl H2O’dan oluşuyor ise, aktif politika da, tabiatı icâbı kahir ekseriyetiyle ahlâkî endişelerden âzâde bir rekâbetten, bir kısmı yalandan, bir kısmı inkârdan, bir kısmı hasis hesaplardan, bir kısmı alicengiz oyunlarından, bir kısmı köylü ve taşralı kurnazlığından, bir kısmı sinsilikten, bir kısmı aşağılık komplekslerinin biçimlendirdiği ayak oyunlarından, bir kısmı yönetme duygusunun şehevî cazibesine kapılarak, perde arkasında “karanlıklar prensi” rolünün zavallılığında “tatmin” olan ve elinde kuklaların ipleri olduğunu zanneden nefislerden, bir kısmı ise liyakatsizliğin, ehliyetsizliğin, birikimsizliğin, cahilliğin, sosyolojik bir köylülüğün ve ehlinin fitre olarak vereceği kadar bir zekânın mârifetiyle icrâ edilen “avâmî” bir komitacılığın bir araya gelmesiyle oluşan bir olgu…
Bu kadar berbat ve kerih bir sosyal konstürüksiyon içinde, “birkaç saniyelik bir hayat” metaforu üzerine mücâdele binâ etmek ise bir ahlâkî başkaldırı, bir ahlâkî direniş, bir ahlâkî reddedişten ibâret olsa gerekir…
Danile de Foe bir sözünde sanki bunu vecizelendirir:
“Bütün bir insanlık karşı çıksa da senin doğruyu söylüyor olma ihtimâlin vardır…”
İmdi, erdem üzerine bu kadar atıf yapan bir hareketin mevcut içler acısı hâlinin izâhı nasıl yapılır?
Felsefî paradokslara taş çıkartan bir açmazdır bu.
Mecelle’nin o muhteşem kaidesi:
“Ûsûl esastan önemlidir…”
Peki, ûsûl niçin hâk ile yeksân oluyor?
Niçin ûsûlümüzü kaybettik ve niçin vûsûlsüzlüğümüze çâre bulamıyoruz?!
Kişiliklerin bu denli yıprandığı, ilkelerin bu denli göz ardı edildiği, mâzinin bu denli hırpalandığı, ahlâkın bu denli örselendiği, hâtırâların bu denli öğütüldüğü, ölçülerin bu denli tartıdan düşürüldüğü bir vasattan ortaya ne çıkacak?
Bizim medeniyetimiz hangi sacayakları üzerinde yükseldi tarih içinde? “İman, ihlas ve güzel ahlâk” değil mi? Bizim şehirlerimiz “medinetü’l fâzıla” değil miydi? Gül alıp gül satmamış mıydık, gülü gülden terâzilerde tartmamış mıydık yüzyıllarca? İnsan haddehânelerinde insan eritmemiş miydik yüzyıllarca?
Peki ne oldu da şimdi kerpiçle Süleymaniye kurmağa çalışıyoruz? Mümkün mü? Hayır, kerpiçle Süleymaniye yapamayız…
Koçi Bey meşhur risâlesinde Kanûni’ye “Kânûn-u kadîme dön” diyordu, yâni eskiye, eskimeyen değerlere…
Korkuyorum ki bizim medeniyetimiz bundan sonra “yalan, hasislik, fitne”den oluşan sacayakları üzerine oturacak!
Çünkü, câmiâda kapalı devre gündelik politik hayat bu mecrâda akıyor. Rakîbini, rakip gördüklerini alt etmek için, kendine biçtiği ve ebedî hakkı olduğunu düşündüğü rolünü kaptırmamak için, yüzüne güldüğü, karşılaştığında kucaklaştığı insanları devre dışı bırakabilmek için gıyâbında kazan kaynatan bir zavallı gürûhun çıkardığı gûlgûle kulakları tırmalıyor…
Hareket genel olarak kendisini bir planyaya tutmuş ve eriyor, toz zerrecikleri olarak etrâfa dağılıyor, zerrecikler de “küçük”oldukları için eridiğini de fark etmiyor…
Mevcut durum; bir intizamsızlık mahşerinden ibâret, çünkü nizam fikrinden yoksun…
Buna “dur” diyecek olan akl-ı selîm ise yine “tenezzül makâmı”nda, olan biteni seyrediyor,
vâ-hayfâ.. vâ-esefâ; hayıflanarak, esef ederek…
Genel olarak, bu hareketin bütün kürsüleri “Türk milletinin vakar kürsüsüdür”, böyle olmalıdır. Siyâsî anlamda bir ikbâl sâdır olmasa da, kürsünün mehâbeti tüm kesimlerce muhafaza edilmelidir…
Çünkü bizim, insanlık adına, milletimiz adına her zaman söyleyecek sözümüz olacaktır. Mehâbetini koruyamayan kürsülerden sarf edilecek hiçbir sözün tesîri olmayacak, kelâmın haysiyeti ve hakikati kalmayacak ve kelâm lâkırdıya ve dahi terâneye tenzil olacaktır…
Yâni, neticede elde kalan kimsenin bir işine yaramayacaktır…
Bir mâziyi, istikbâle bağlayacak ve tarihe not düşecek sözleri olanlar söylesinler… Susmasınlar… Bu, bahse konu söz sahiplerinin üzerinde tarihî bir vazifedir; kaçamayacakları bir vazife. Aksi taktirde sükûtlarının rağmına muhtemel bir hüsrânın tabii müsebbipleri olmak gibi bir kader onları yakalayacaktır.
Bu sözleri biriktirmeyen yeni nesil komitacıları ise gizli(!) toplantılarda oyun ve oynaşla zaman tüketmeğe devam edecekler nasıl olsa, onlar için bir tavsiyeden yoksunum, beni bağışlasınlar…
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi