Pütürlü zemin’de yürümeğe devam, geçeceğimiz kapı ‘dar kapı’ olacaktır…
20. yüzyılın önemli filozoflarından Wittgenstein’ın bir sözüdür; “Yürüyebilmek için pütürlü zemine geri dönmeliyiz”...
Biz de öyle yapmalıyız..
Pütürlü zemine geri dönmeliyiz, ayağımıza batacak dikenlere aldırmadan, süratimizin kesildiğine takılmadan yürümeliyiz…
Kendi dilimizle anlatmalıyız merâmımızı, ama önce kendi dilimizle konuşmalı ve anlamalıyız.
“İptidâ kelâm vardı…”;
Bizim ardımızdan, bizden sonra, bizden çok sonralara söylenecek sözler bırakmalıyız geriye…
Kırk yıllık mücadele geleneğinin, bu geleneğin oluşturduğu kısmî hayat tarzının, dostluk etme biçiminin, bu geleneğin şemsiyesi altında oluşan fikrî birikimin, zihnî mesâinin, yetişmiş kadroların oluşturduğu bir dil üzerinden mükâleme etmeliyiz.
Bizim hareketimizin ‘hâtıraları’ bile bir siyâsî ekolü ayakta tutmağa, önemli bir baskı grubu oluşturmasına, dengeleri değiştirmesine kifâyet eder.
Geriye dönük ayak izlerimiz takip edildiğinde, ‘28 Şubat Dönemi’nin henüz hâfızalarda tâzeliğini koruyan darbelere karşı, demokrasiden yana saf tutan, ‘millete yönelmiş namluyu selâmlamayacağını” alenen ilan eden bir ilkeli siyâsî duruş…
‘12 Eylül 1980 Darbesi’nde marûz kalınan işkenceler, dokuz arkadaşımızın idamı, uzun yıllar süren mahkûmiyetler, yurt dışında yaşamak zorunda kalan yüzlerce insan, aileleriyle beraber binlerce insanın çilesiyle oluşan bir dram ve “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar” dâvâsı başlığı altında yüzlerce dâvâ mazmununda saklı duran bir birikim.. binlerce isim…
1980 öncesi, ister kurgulanmış olsun, ister refleks, her ne olursa olsun bir millî tavır, bir millî berâberlik, bir millî mücâdele etrafında cem olunan ‘dâvâ arkadaşlığı’, yitirilen binlerce can, yitip giden binlerce istikbal, yüreklerinde hâlâ bir kor gibi yanan evlât acılarıyla yaşayan binlerce anne-baba-kardeş, artık bir fotograf karesi olarak ‘şehit albüm’lerinde sıkışıp kalan binlerce gülümseyen arkadaş simâları ile büyüyen bir hareket… Acıyla, drama ile büyüyen ve kendi içinde esâtirini ve efsânelerini bile üreten bir hareket…
‘1944 Milliyetçilik Olayları’nda yine millî bir hassasiyetin bir araya getirdiği milliyetçi münevverlerinin, mücadele adamlarının, sonunu düşünmeden ortaya koyduğu millî bir tepki, millî bir tavır… Ardından yine hapishaneler, yine işkenceler, hülasa yine ıstırap…
Hüseyin Nihal Atsız, Alparslan Türkeş, Dündar Taşer, Galip Erdem, Nevzat Köseğlu, Muhsin Yazıcıoğlu…
Türkiye’de hangi hareketin arka planında böyle isimler var, hayatlarının her dakikasını bu aziz milletin bekası için sarf etmiş, fedâ etmiş?
Mehmet Akif, Erol Güngör, Yılmaz Özakpınar, Cemil Meriç, Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu, Osman Yüksel Serdengeçti…
Türkiye’de hangi hareket kendisinden bahsederken, yudum yudum beslendiği kaynakları iktibas ederken bu isimleri telâffuz edebilir? Hangi hareketten söz edilirken, hakkında bir şeyler yazılırken bu isimlerden bahsedilir?
Bugüne kadar hangi siyâsî iktidar bizim ‘bürokratik kadrolarımız’ı yok sayarak hareket edebilmiştir?
Hangimizin fihristinde bir genel müdür, bir müsteşar, bir daire başkanı, bir kaymakam, bir savcı, bir hâkim, bir vâli, bir vâli yardımcısı (ilâ ahir) ismi yoktur?
Hangi sağ iktidarın ya da sağ partinin üst kurulunda, kurullarında, ya da vakfın, cemaatin, derneğin müntesiplerinin arasında ‘bizim eski arkadaşlarımızdandır’ diye tavsif ettiğimiz isim ya da isimler bulunmaz; orada bulunuşunun sebebine dair bir yorumdan azâde olarak?
Aslında bir zenginliğin üzerindeyiz, ‘hazinelerin üzerinde oturanlar, hazinelerin kıymetini bilmezler’ hükmü fehvâsınca kıymetinden ve belki de envanterinden bile bî-gâneyiz.
Serveti sınırsız zannederek tüketiyoruz, harcıyoruz; zengin babanın kıymet bilmez şımarık çocuğu gibi.
Hareketin, ‘78 geleneklerinin tarihî terekesi, ’80’lerin fedâkârlıkları ve birikimleri , ‘90’ların reel dünya algılarıyla beraber değişen daha bir matematik zekâ ile düşünen yetişmiş, meslek sahibi kadrolarından oluşan bu sacayağını topyekûn bir seferberliğe terfî ettirecek ve aralarında tesânüdü tesis edecek bir organizasyon, mevcut israfa, dağınıklığa, algısızlığa, idraksizliğe, iletişimsizliğe, paylaşımsızlığa çare olabilir.
Bu hareketin yüzeysel anlamda yaşadığı “kaht-ı ricâl” problemi, aslında daha derinlerde bir problemin müsteârıdır. Öyle ya da böyle bu hareketin kıyısından köşesinden de olsa, ucundan kenarından da olsa, ya da tümüyle hareketin içinden yetişmiş de olsa, gerek düşünce adamları, gerek üdebâsı, gerek rüesâsının bir kısmının hareketin içinde zamanla teneffüs edememesi, en azından rahat nefes alamaması ve türlü sebeple başka başka zeminlerde kendilerini ifade etmeleri/etmek zorunda kalmaları, hareketin sürekli kendi bünyesinden dışarıya adam püskürtmesi ve âdeta dışarıya doğru dönen bir çarkın her turda dışarıya adam fırlatması; bir sebep değil, bir neticedir aslında; bir mâkus talihin neticesi gibi…
Yüzeysel “kaht-ı rical” probleminin kaynağı da bu neticedir, sebepler değil...
Bu hareket, her bir ferdini bünyede tutabilmenin bir çâresini bulmak zorundadır, en azından aralarındaki uhuvvet râbıtası güçlü tutulmalı, aralarında güçlü bir iletişim ağı kurulmalıdır. Bu da, ‘beylik bir kelâm” gibi telâkkî edilme ve yorumlanma ihtimaline rağmen ifade etmek istiyorum ki, müesseseleşebilmesine bağlıdır. Müesseseleşebilme kaabiliyetlerini geliştirmesine bağlıdır. Bunun adımlarını ‘ân-kâribü’z-zaman’ atmalıdır, Bismillah denilecekse eğer bunun için denmelidir ve atılmış olan adımlar var ise de bu adımın/adımların muharrik unsuru, organize edeni kim olursa olsun
buna muhakkak destek verilmelidir. Vakıf, sendika, dernek her kurum, kuruluş farklı ve ait oldukları zeminlerde bu hareketin söz edecek kürsüleri olacaktır, ne kadar çok kürsünüz var ise, o kadar farklı zeminlerde ve farklı kitlelere sözünüzü iletebileceksiniz demektir. Bir sıfırdan büyüktür, kazandığınız her mevzi sizin kendinizi ifade mevziinizdir ve insan kaynağınızıdır.
Bu hareketin kategorize edilmiş bir kadro envanterinin/haritasının muhakkak çıkarılması, bu envanterin dar çevre hafızasındaki mahkûmiyetine son verilmeli ve bu kadro envanteri bahse konu organizasyonun önemli bir unsuru olmalıdır. Bünyemizde ne kadar çok sayıda kurum, kuruluş, organizasyon olursa olsun, bunlar bizden uzayan kollar ve bünyenin uzuvları olarak telâkkî edilmelidir. Bu, hâricimizdeki yapıların bizim değerlerimizi, bizim emeklerimizi sömürmesinin önünü de alacaktır. Kalbi bizimle çarpan, nabzı bizimle atan ama vücutları başka zeminlerde mesâi veren insan malzememizi bünyenin uzvu hâline getirmek hareketin kaabiliyeti, eğer durum böyle değilse(ki değil) hareketin kabiliyetsizliğidir.
Bir yeni kuşak hareketi, bir yeni nesil hareketi, bir yeni gençlik hareketi, adına ne dersek diyelim, ama bir şey deyip buradan da işe koyulmak elzemdir. Çünkü, -belki hissedilmemekte- yeni nesillerin ilgi alanından çıkmakta gençlik hareketimiz. Gençlik hareketimizi de(ocaklarımız) bu açıdan bir câzibe merkezleri hâline getirmenin, yeni nesillerin algılarıyla örtüşen bir dizayna kavuşturmanın lüzumu da ortadadır. Bunun için de kolonizatörler idealistlere iş düşmektedir(neredeler?). Yeni nesillerin bu kadrolarla sık sık yüz yüze gelmeleri, isimlerini duydukları bu insanlarla sıklıkla bir arada bulunmaları ve sohbet halkalarının bir unsur olmaları gerekmektedir.
Mesele şudur, mevcut durum acaba, yaklaşan seçimler, muhtemel bir erken seçim veya kazanılan/ kaybedilen kongreler, kaybetmekten korkulan makamlar, kazanmak uğruna dünyayı kendi etrafında döndürme gayretleri ve bunun gibi ‘suflî endişelerden bağımsız’ olarak idrak ve telâkkî ediliyor mu edilmiyor mu?
Pütürlü zemin burasıdır.
Yürünecek pütürlü zeminde uzun yılların ihmâlleri, uzun yılların hataları, uzun yılların yanlışları, uzun yılların kırgınlıkları, uzun yılların sıkıntıları var ve bu uzun yılların yorgunluğu.. yılgınlığı var….
Diğer taraftan, bu pütürlü zeminde uzun yılların birikimi, uzun yılların güzel hâtıraları ve uzun yılların tecrübesi de var.
İmdi, içinde bulunduğumuz kaotik süreci, ‘en karanlık, ama aydınlığa da en yakın’ zaman olarak telâkkî edecek miyiz, etmeyecek miyiz? Bu sualin cevabı üzerinde düşünecek miyiz düşünmeyecek miyiz?
Yeni bir yorgunluğa yelken açacak mıyız, açmayacak mıyız?
Bu yorgunluğa yelken açarken ihtiyacımız olan rüzgâr, daha doğrusu kendi rüzgârımızı üretebileceğimiz rüzgâr tribünlerimiz var mı, yok mu?
Bu taşın altına elini koyacak, enerjisiyle, yüzüyle, kıdemiyle, kelâmıyla, liyakatiyle, sevgisiyle, sabrıyla, mazisiyle, ’78 kadrolarıyla sevgiye ve saygıya dayalı hukukuyla, ’80 kadrolarıyla hukuku ve hâtıralarıyla, ’90’lılarla mesâi arkadaşlıklarıyla, dostlukları ve hâtıralarıyla bu yorgunluğu enerjiye çevirecek bir lokomotif gücümüz var mı, yok mu?
Bu sualler üzerinde düşünelim diyorum.
Sâkin olalım ve düşünelim. Akılımıza her eseni telâffuz etmeyelim, düşüncelerimizi ‘hiç olmazsa’ hâtıraların sansüründen geçirelim.
Hızlı bir iletişim için büyük kolaylıklar sağlayan interneti ne olursa olsun bir telefon uzaklığındaki dostlarla iletişim için bir vâsıta olarak tercih etmeyelim. Ortaya bir hüzünden ibâret, bir yazıklanmadan ibâret, bir eseften ibâret tablo çıkıyor, elde yalnızca üzüntü kalıyor.
Meselenin bire bir muhatabı olmayanların konuya dahlindeki usûlsüzlükler, nezâketsizlikler, haddi aşan ifadeler ve abesle iştigaller de maalesef, insanımız arasındaki uhuvveti zedelemekten öteye bir anlam taşımıyor…
Düşünmeden, tartmadan, hiçbir imbikten, hiçbir süzgeçten, hiçbir ölçüden geçirmeden, her türlü endişeden azâde olarak, her türlü muâşeret kâidesi, her türlü nezaket adâbı yok sayılarak, her türlü hak ve hukuk serâpa ihlâl edilince,“bunun neresi tashih edilir?” sorusu anlam kazanıyor.
Bu sorunun cevabı da kimseyi mutlu etmiyor…
Son olarak ifâde etmek isterim ki, geride, müesseseleşmiş, müesseseleri arasında uyum ve koordinasyonu sağlamış, birden fazla yetkin ve etkin kürsüsü olan bir terekeden söz edemiyoruz. Hiç olmazsa, geride ne kaldıysa onun üzerinden ne binâ edebiliriz, nasıl edebilirizin cevabı üzerinde düşünelim.
Bu noktada inançlarımızı günlük hayatın gulgûlesi içinde ihmâl etmeyelim, Allah’ın bu hareket ve kadrolar üzerinde bir murâdı var ise eğer, bu murâdından bir kapı aralanacaktır, ama bilinmelidir ki, aralanacak olan bu kapı da ‘dar kapı’olacaktır, yani zor olanı verecektir bize, imkânsız gibi görüneni verecektir. İşte geçeceğimiz kapı, bu ‘dar kapı’ olacak, yürüyeceğimiz yolun zemini bu ‘pütürlü zemin’ olacaktır.
Gayreti, enerjisi, kelâmı, hedefi, proğramı olanlar, buyurunuz, ‘dar kapı’ ve ‘pütürlü zemin’ sizi beklemektedir.
Bir yıllık, iki yıllık ve günlük hesaplar yapanlar, olanı biteni günlük algılayanlar, üzgünüm; siz kısa hesaplar ve kısır algılarınız gibi kısa ömürlü olacaksınız ideâller dünyasında.
Ves-selâm…
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi