Vusûlsüzlüğümüz usûlsüzlüğümüzdendir…
“Usûl hakkında söz istiyorum…”
Sihirli bir cümledir esâsında.. Bir toplantıda, hatta toplantının en harâretli bir ânında bile bu sihirli cümleyi söylediğinizde akan sular durur ve söz alırsınız. Söyleyecekleriniz hakkında en ufak bir bilgisi yoktur hâzirûnun, yöneticinin… Lâkin“Buyurun” derler size, tüm söz sırası ve teâmülleri iptal olur ve konuşursunuz, toplantıyı bölecek denli mühim midir söyleyecekleriniz, kelâmınız mı sizden kuvvet alır, yoksa siz mi kelâmdan kuvvet alırsınız, o size kalmıştır artık…
Aristokrasinin o nâzenin boyunlarının, ihtilâl giyotinlerinin altında bir zarif ve müdafaasız lâle gibi devrildiği Fransız İhtilâli sonrası meclisler her kafadan çıkan sesleriyle meşhurdu, usûl, erkân, nezâket, muâşeret hak getireydi…
Mecelle’nin o muhteşem kâdiesi:
“Usûl esastan önemlidir…”
Niçin usûl esastan önemlidir?
İliklenen ilk düğmenin önemi gibi, yanlış iliklediniz mi, üzerinizdeki kumaşın ipliği, dokusu, deseni, dökümü, terzisinin mahâreti, modelin güzelliği, zârâfeti hepsi görünmez olur, göze çarpan ilk unsur yanlış iliklenen o düğmedir; cem olmuş o kadar güzelliğin kurban edildiği o yanlış düğme. Ne ölçü kalır, ne nispet fikri, ne estetik, ne de zârâfet… Kıyâfeti taşıyan bir nâzenin de olsa, hapsolacağı mahbes nihâyetinde çirkinlikten ibârettir...
“Usûl esastan önemlidir…”
Fikirlerimiz, ideâllerimiz, hayallerimiz, tasavvurlarımız, fedâkârlıklarımız, kendisini üzmektense her gün bin kere yanılmayı tercih ettiğimiz o şâhâne tegâfülümüzün tahtına oturttuğumuz dostluklarımız, mâzimiz, hâtıralarımız, uğruna nice mahrem ve müsteâr ömürlerin kesiştiği hayatlarımız, yazıp çizdiklerimiz, bütün bunları devrettiğimiz ensevdiğimizden merhaba mesâbesine kadar kardeşlerimiz, bütün bunlar bizim mizânımız, bilançomuz, hesâbımız, karnemiz…
Yüzümüzün akı ya da eğilmiş boynumuz, hangisini tercih ederiz ya da umarız?
Tabii ki yüzümüzün akı olmasını...
Peki neden hiçbir usûl ü erkân kâidesine uymuyoruz, hiçbir muâşeret kuralı bizi bağlamaz oldu, hiçbir nezâket kuralı bizi belirlemiyor? Birden canavara dönüştük? Ne oldu?
Ne oldu da insanlar hakkında hüküm verirken bu kadar acımasız olabildik? Doğru, yanlış, haklı haksız, iyi kötü, güzel çirkin, âdil veya değil, hiçbir bağlayıcı kural ve kâide tanımadan tezvirâtın şehvetine kapıldık sürükleniyoruz?
Neden hiçbir tartışmayı usûl esâsı ve kaygısı ile yapamıyoruz?
Anayasayı tartışıyoruz, bir taraf “zavallı ve münâsebetsiz” kategorisine acımasızca dâhil ediliyor hemen.
Diğer tarafın yeri de hazır tabii olarak; “oligarşinin bekçisi”.
Anayasa nerede? İnek içti. İnek nerede? Dağa kaçtı. Dağ nerede? Yandı bitti kül oldu…
Müşterek bir acı kayıp sonrası, “bundan sonra ne olacak?” diye soruyoruz…
Aman Allah’ım!..
En küçük bir rüzgâr bekleyen kartondan kuleler gibi çöküyoruz, tam anlamıyla bir “iç çöküş” bu…
Bir ahlâkî çöküş aynı zamanda. Gıybetin anlamını bile bile yaşı kemâle ermiş ömürlerin oturduğu sofranın tek yiyeceği; kardeş eti…
Ortada konuşulan yalnızca şahıslar, şahısların zâfiyetleri, kusurları, yıllar evvel itimat hissiyle paylaşılmış sırların şimdi işportada yüzüne bakan yok, çünkü bolluktan değerini kaybetmiş…
Tezvirâtlar havada uçuşuyor, birbirini tanımayan insanlar, birbiri hakkında hüküm veriyor, ferman yazıyor, mahkûm ediyor, zannedersiniz ki herkes her şey şâhit, her şey herkesin huzurunda cereyân etmiş, kapalı devre bir yayın varmış sanki binlerce insan arasında. Mahrem hiçbir şey yokmuş, sır yokmuş, herkes her şeye âgâhmış…
Bir taraf, “mühür bende” diyor ve “mührü korumak” adına herkese “vefâsız”lık skalasında yer tâyin ediyor, “vefâ”skalasında kıdemlerinin kâfi gelip gelmediğine, gelmeyeceğine bakmaksızın…
Bir taraf, zaafların, kusurların üstüne vuruyor acımasızca, fütursuzca, işin esâsı ile alâkasını kurmadan, sabırsız, aceleci, bahse konu kusurların insânî olduğunu hatırlamadan, benzerlerinin kendi cephesinde de bulunabileceğini hesâba katmadan…
Ölçü, tartı, mizân da defn’oldu sanki “o gün”…
Oysa “o gün” defn’olan yalnızca en sevdiğimiz ve arkadaşlarıydı, kaderden kaçılabilir mi?
İnancımızı, fikirlerimizi, ideâllerimizi, dâvâmızı, hâtıralarımızı, mâzimizi, ölçülerimizi, kâidelerimizi, dostluklarımızı, sevgilerimizi, heyecanlarımızı defn’etmedik oysa biz “o gün”...
Hayat devam ediyor, “o gün”den önce vâr olan bu ülke ile ilgili endişelerimiz, tasavvurlarımız, söyleyecek sözlerimiz, hayallerimiz, ideallerimiz, mücâdelemiz devam ediyor.
Soracağımız soru, “Nerede kalmıştık?”.
Vereceğimiz cevap: “Bıraktığı yerde, her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası”.
Biz böyle giderse kendimizden usanacağız. Kendi kendimizi yoracağız, tâkatsiz kalacağız, mecâlsiz kalacağız, vûsülsüz kalacağız…
Böyle olmamalı. Böyle olmaması için söyleyecek sözü olanlar konuşmalı, yazacak olanlar yazmalı.
Bir itidâl hattı çizilmeli; bu itidâl hattında hizâlanmalı…
Kırmadan, dökmeden, hakka ve hukuka tecâvüz etmeden, insanlarımızı rencide etmeden, harcamadan, otoriteyi bir halt zannetmeden, kimseyi yok saymadan, saygıyı yitirmeden, kimseyi kategorize etmeden, kraldan fazla kralcılık yapmadan, hareketin en acı kaybını bir kült hâline getirmeğe çalışmadan, onun üzerinden hesap yapmadan, onun siyâsî kredi kartını hâlâ tedâvülde tutmadan, onu ardından borçlandırmağa devam etmeden…
“Usûl esastan önemlidir…”
Ne yapacaksak böyle yapmağa çalışalım, bir itidâl hattı çizelim, o hatta hizâlanalım...
Bu bir dâvettir, ves-selâm…
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi