Telvin Hüsn-ü Hat Sahaf Şiir
Anasayfa > Nizâm-ı Âlem Yazıları > Vusûlsüzlüğümüz usûlsüzlüğümüzdendir…

Vusûlsüzlüğümüz usûlsüzlüğümüzdendir…



“Usûl hakkında söz istiyorum…”




Sihirli bir cümledir esâsında.. Bir toplantıda, hatta toplantının en harâretli bir ânında bile bu sihirli cümleyi söylediğinizde akan sular durur ve söz alırsınız.  Söyleyecekleriniz hakkında en ufak bir bilgisi yoktur hâzirûnun, yöneticinin… Lâkin“Buyurun” derler size, tüm söz sırası ve teâmülleri iptal olur ve konuşursunuz, toplantıyı bölecek denli mühim midir söyleyecekleriniz, kelâmınız mı sizden kuvvet alır, yoksa siz mi kelâmdan kuvvet alırsınız, o size kalmıştır artık…



Aristokrasinin o nâzenin boyunlarının, ihtilâl giyotinlerinin altında bir zarif ve müdafaasız lâle gibi devrildiği Fransız İhtilâli sonrası meclisler her kafadan çıkan sesleriyle meşhurdu, usûl, erkân, nezâket, muâşeret hak getireydi…



Mecelle’nin o muhteşem kâdiesi:



“Usûl esastan önemlidir…”



Niçin usûl esastan önemlidir?



İliklenen ilk düğmenin önemi gibi, yanlış iliklediniz mi, üzerinizdeki kumaşın ipliği, dokusu, deseni, dökümü, terzisinin mahâreti, modelin güzelliği, zârâfeti hepsi görünmez olur, göze çarpan ilk unsur yanlış iliklenen o düğmedir;  cem olmuş o kadar güzelliğin kurban edildiği o yanlış düğme. Ne ölçü kalır, ne nispet fikri, ne estetik, ne de zârâfet… Kıyâfeti taşıyan bir nâzenin de olsa, hapsolacağı mahbes nihâyetinde çirkinlikten ibârettir...



“Usûl esastan önemlidir…”


 


Fikirlerimiz, ideâllerimiz, hayallerimiz, tasavvurlarımız, fedâkârlıklarımız, kendisini üzmektense her gün bin kere yanılmayı tercih ettiğimiz o şâhâne tegâfülümüzün tahtına oturttuğumuz dostluklarımız, mâzimiz,  hâtıralarımız, uğruna nice mahrem ve müsteâr ömürlerin kesiştiği hayatlarımız, yazıp çizdiklerimiz, bütün bunları devrettiğimiz ensevdiğimizden merhaba mesâbesine kadar kardeşlerimiz, bütün bunlar bizim mizânımız, bilançomuz, hesâbımız, karnemiz…



Yüzümüzün akı ya da eğilmiş boynumuz, hangisini tercih ederiz ya da umarız?



Tabii ki yüzümüzün akı olmasını...



Peki neden hiçbir usûl ü erkân kâidesine uymuyoruz, hiçbir muâşeret kuralı bizi bağlamaz oldu, hiçbir nezâket kuralı bizi belirlemiyor? Birden canavara dönüştük? Ne oldu?



Ne oldu da insanlar hakkında hüküm verirken bu kadar acımasız olabildik? Doğru, yanlış, haklı haksız, iyi kötü, güzel çirkin, âdil veya değil, hiçbir bağlayıcı kural ve kâide tanımadan tezvirâtın şehvetine kapıldık sürükleniyoruz?



Neden hiçbir tartışmayı usûl esâsı ve kaygısı ile yapamıyoruz?



Anayasayı tartışıyoruz, bir taraf  “zavallı ve münâsebetsiz” kategorisine acımasızca dâhil ediliyor hemen.



Diğer tarafın yeri de hazır tabii olarak;  “oligarşinin bekçisi”.



Anayasa nerede? İnek içti. İnek nerede? Dağa kaçtı. Dağ nerede? Yandı bitti kül oldu…



Müşterek bir acı kayıp sonrası, “bundan sonra ne olacak?” diye soruyoruz…



Aman Allah’ım!..



En küçük bir rüzgâr bekleyen kartondan kuleler gibi çöküyoruz, tam anlamıyla bir “iç çöküş” bu…



Bir ahlâkî çöküş aynı zamanda. Gıybetin anlamını bile bile yaşı kemâle ermiş ömürlerin oturduğu sofranın tek yiyeceği; kardeş eti…



Ortada konuşulan yalnızca şahıslar, şahısların zâfiyetleri, kusurları, yıllar evvel itimat hissiyle paylaşılmış sırların şimdi işportada yüzüne bakan yok, çünkü bolluktan değerini kaybetmiş…



Tezvirâtlar havada uçuşuyor, birbirini tanımayan insanlar, birbiri hakkında hüküm veriyor, ferman yazıyor, mahkûm ediyor, zannedersiniz ki herkes her şey şâhit, her şey herkesin huzurunda cereyân etmiş, kapalı devre bir yayın varmış sanki binlerce insan arasında. Mahrem hiçbir şey yokmuş, sır yokmuş, herkes her şeye âgâhmış…



Bir taraf, “mühür bende” diyor ve “mührü korumak” adına herkese “vefâsız”lık skalasında yer tâyin ediyor, “vefâ”skalasında kıdemlerinin kâfi gelip gelmediğine, gelmeyeceğine bakmaksızın…



Bir taraf, zaafların, kusurların üstüne vuruyor acımasızca, fütursuzca, işin esâsı ile alâkasını kurmadan, sabırsız, aceleci, bahse konu kusurların insânî olduğunu hatırlamadan, benzerlerinin kendi cephesinde de bulunabileceğini hesâba katmadan…



Ölçü, tartı, mizân da defn’oldu sanki “o gün”



Oysa “o gün” defn’olan yalnızca en sevdiğimiz ve arkadaşlarıydı, kaderden kaçılabilir mi?



İnancımızı, fikirlerimizi, ideâllerimizi, dâvâmızı, hâtıralarımızı, mâzimizi, ölçülerimizi, kâidelerimizi, dostluklarımızı, sevgilerimizi, heyecanlarımızı defn’etmedik oysa biz “o gün”...



Hayat devam ediyor, “o gün”den önce vâr olan bu ülke ile ilgili endişelerimiz, tasavvurlarımız, söyleyecek sözlerimiz, hayallerimiz, ideallerimiz, mücâdelemiz devam ediyor.



Soracağımız soru, “Nerede kalmıştık?”.



Vereceğimiz cevap: “Bıraktığı yerde, her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası”.



Biz böyle giderse kendimizden usanacağız. Kendi kendimizi yoracağız, tâkatsiz kalacağız, mecâlsiz kalacağız, vûsülsüz kalacağız…



Böyle olmamalı. Böyle olmaması için söyleyecek sözü olanlar konuşmalı, yazacak olanlar yazmalı.



Bir itidâl hattı çizilmeli; bu itidâl hattında hizâlanmalı…



Kırmadan, dökmeden, hakka ve hukuka tecâvüz etmeden, insanlarımızı rencide etmeden, harcamadan, otoriteyi bir halt zannetmeden, kimseyi yok saymadan, saygıyı yitirmeden, kimseyi kategorize etmeden, kraldan fazla kralcılık yapmadan, hareketin en acı kaybını bir kült hâline getirmeğe çalışmadan, onun üzerinden hesap yapmadan, onun siyâsî kredi kartını hâlâ tedâvülde tutmadan, onu ardından borçlandırmağa devam etmeden…




“Usûl esastan önemlidir…”



Ne yapacaksak böyle yapmağa çalışalım, bir itidâl hattı çizelim, o hatta hizâlanalım...



Bu bir dâvettir, ves-selâm…

Yorumlar

Güvenlik Kodu

vahiy  insan  şehir  revelation  ahlâk  etik  ethica  nüzhet yalan estetik  metafizik  ebrah doğu  batı  fıtrat  creation  yaratılış  iyilik  kötülük  dürüstlük  eşref-i mahlûkat  kişilik  asâlet  cesâret  vefâ  sadâkat  ihânet  yalan  immoralist  mitoloji  belh’um adâl  aere perennius  antere  genetik  şuur  terbiye  muâşeret  muâşaka  muvâsalat  firâk  zarâfet  letâfet  ferâset  panteon   rolyef  fresk  heykel  portre  gravür   ideal  ülkü  ülkücü   kerbelâ  aşk keşke  cennet  cehennem  araf  âdem  havva  hâbil  kâbil  elma  haz  hayâ  hicap  gurur  hürriyet  adâlet  musâvat  agnostic  akıl  dacret  locig  analytical  antiq  aristokrasi  kûrûn-i vustâ  giyotin  hakikat  hikmet  paradox  dialectic  tenkit  stoa  akademia  logos  logos spermaticos  felâsife  gelenek  hermeneutic  semantic  hint  upanişad  mutezile  ihvân-ı safa  ilk neden   iskenderiye okulu  medinetü’l fâzıla   hürriyet  kölelik  rönesans  ütopya  rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed  kur’ân  endülüs ibn-i rüşd  aristotales  şeyh gâlip  farâbi  platon  sokrat   marcus aurelius  galile  mimar sinan  kirkedard  farabi  ibn-i sina   ibn-i hâldun  kafka  taşköprülüzâde  gazâli  musa cârullah  şemseddin sâmi frasheri  bergson  enver paşa  muhammed ikbal  hayyam  mehmet âkif  yâkup cemil  şems  ibn-i haldun  mevlâna  ali şeriâti  fuzulî  ebu’l âlâ el maarrî  ahmet mithat efendi  cemil meriç  nâmık kemal  ahmed hamdi tanpınar  kemal tahir  yahya kemal  cahid zarifoğlu  dostoyevski  tolstoy  knut hamsun  nietzsche  oğuz atay gogol  albert camus  descartes  herman hesse  puşkin  halil cibran  kaşgarlı mahmut  tevfik fikret  cenap şehabettin  neyzen tevfik  motzart  bach  mahler  tarkovski  suç ve  cezâ   anna karenina  madonna  prag  istanbul  çocuk kalbi  sn. petersburg  soljenitsin  marks  kant  heraklit  hegel  el-hamra  endülüs  kâmus u türkî  redhouse  wagner  kâmus u okyanus  lugat-i fransevî  iliria shqip  meydan larusse  şakâyık-ı nûmâniye  mevzuâtü’l ulûm  abdülkadir merâgi  ıtrî  muhammed esed  michelangelo van gogh  cezanne  rembrand  monet  hoca ali rıza  ulysess gaze  eleni karaindrou  sezen aksu  golha  farid farjad  osman hamdi

Tasarım : ATS