"Rahat uyu Tanpınar,
'Bursa'da Zaman' artık şampiyonluk için akıyor..."
Çocukluk günlerimizin yeşil-beyaz rüyasıydı Bursaspor…
Cumartesi günleri öğlen saatlerinde işten eve gelen büyük ağabeyimin şu soruyu sormasını beklerdim:
“Harçlık mı, maç mı?”
Cevap hazırdı her hafta:
“Maç…”
Sahaya çıktıkları ândan itibaren yeşil-beyaz bir büyüye tutulur, efsunlanırdık.
Sahada Ersel vardı, maç içinde çıkan kolunu kendisi takardı. Halûk vardı, penaltı demek Halûk demekti, nasıl olsa gol olacaktı. Orhan vardı, orta sahanın vazgeçilmez ismiydi. Vahit vardı, Vahit varsa güven vardı. Ve sahada Mesut vardı, Mesut Şen…
Mesut demek her şey demekti. Futbol estetiği demekti, varyata demekti, rakibi futbol oynamaktan, bilhassa Mesut’un karşısında oynamaktan illallah ettirmek demekti. Fakat tribünler için bir karnaval demekti, futbolu eğlenceye, gösteriye ve hatta festivale dönüştürmek demekti…
O yıllarda şehir iç göçün istilâsına sanayiin işgâline uğramamıştı henüz. Evimizden biraz aşağıya indik mi tarlalar vardı, bahçeler vardı, dutluklar, şeftali bahçeleri, cevizlikler, ıhlamurluklar vardı, bahçelerin ortasında havuzlar vardı...
O yıllarda her mahallenin bir toprak sahası vardı. Tâlimhânede, Sırameşeler’de, Balıklı’da ve herde… Oralarda “altıda kaleler, on ikide oyun” maçlar yapılırdı. O maçların en harâretli tartışması ve bâzen de kavgaları “topun taş üstünden mi yoksa içeriden” mi gittiğiydi…
O yılların çocukları o maçlara çıkarken kimi Ersel olurdu, kimi Halûk, kimi Orhan… Tabii ki takımın en acar ve sert delikanlısı Vahit olurdu. Ve en “varyatacı”mız Mesut Şen olurdu muhakkak. Topu dripling halinde iken başının üzerinden önüne alabilmek şarttı bunun için ve mahallenin veletleri telef olurdu bu hareketi yapabilmek için, futbol rüşdü böyle ispatlanıyordu o yıllarda Bursa’da ve varyatasız bir futbol çekilmez bir şeydi…
Evet.. Bir 1. Lig şampiyonluğu yaşamadık biz. Şampiyonluk turu atamadık Bursa olarak. Bayraklarla donatamadık şehrimizi, şampiyonluk şarkıları söyleyemedik… O skalaya adımızı yazdıramadık… Ama Bursasporumuzu hep çok sevdik...
Bursa klasik anlamda hiç hemşehricilik yapmadı. Gittikleri şehirlerde hemşehri dernekleri kurmadı Bursalılar. Bursa adına tek sevgisi, tek hemşehriciliği Bursasporlu olmakla sınırlı kaldı Bursalıların... Çünkü kadîm bir şehirdi, sosyolojik anlamda şehirliydi Bursalılar. Şehirli kültürünün tüm kültürel özelliklerini kişiliklerinde taşırlardı…
Türkiye futbol liginde var olduğu günden bu yana hep şehirli gibi yaşadı. Bursa’nın Türkiye içindeki kapladığı ekonomik, sosyal, kültürel anlamının hep gerisinde kaldı futbol başarıları. Ama hep temiz bir takım olarak kapattı sezonları…
Şimdi, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş şehri”nden birisi olarak:
“Bursa’da zaman şampiyonluk için akıyor…”…
Yüzdü yüzdü kuyruğuna geldi Bursaspor...
Alnının akıyla, alnının teriyle, bileğinin hakkıyla ve tertemiz,.
Arkasında, ne futbolun “bir endüstri” olduğunu yazan ve bunun içine de “futbol yalnızca futbol değildir” başlığı altında pek çok futbol hârici unsuru meşrû bir argüman gibi dâhil eden profesyonel futbol modernitesinin güçleri var, ne reklâm pastalarının iştahını kabartan baskı grupları, ne bürokratik hemşehriciliğin görünmez elleri, ne de bir takım yer altı güçlerinin rakip futbolcular üzerindeki “geri çevrilemez rica(!)ları”…
Arkasında yalnızca artık son üç haftaya girilirken “arifeyi görüp, bayramı da yaşamak isteyen” bir kadîm ve yeşil şehrin sâkinleri var…
Bursa’yı mâzideki yemyeşil, ovasında altı metreden suyun çıktığı, gecekonduların istilâ etmediği, Mahfel’de, Yeşil Çay Bahçesi’nde, Özgen’de, Göl Çay Bahçesi’nde, Hüsn-ü Güzel’de herkesin selâmlaştığı, Heykel’de, Maviköşe’de, Sirkeci Şaban’da herkesin arasında bir âşinalık bulunduğu günlerine artık geri getiremeyiz, bunu biliyoruz. Dilek Sineması’nı, Tophane sırtlarındaki yazlık sinemayı tekrar açamayız, Hülya Koçyiğit’in “hıçkırık”larıyla gözyaşlarımız düğümlenmez artık boğazımızda, bunu da biliyoruz…
Fakat, o günleri bütün lezzetiyle yaşayan ve tadını da damaklarında muhafaza eden nesiller halen hayattalar, artık vücutları hastalık sinyalleri verse de bir şampiyonluk neşesini, sevincini, bayramını Heykel’de yeşil ve beyaza bürünerek kutlayacak kadar delikanlı onlar...
Bu nesiller ve tüm Bursa hak ettiği bir şampiyonluk yaşayabilir... Küçük ve genç Bursalılar, şampiyon bir senenin, “bu sene o sene”nin gururuyla ve neşesiyle hayatlarının en güzel hatıralarını biriktirebilirler. “Bu sene o sene”de doğan çocuklar, “Ben, Bursaspor’un ilk şampiyon olduğu sene doğmuşum” diyebilirler…
Bütün bunlar olabilir…
Lûtf’edilmiş bir şampiyonluk değil Bursa’nın ve Bursaspor’un istediği, müzesinde haram bir şampiyonluk kupası değil Bursa’nın ve Bursaspor’un istediği, şaibeli bir birincilik değil Bursa’nın ve Bursaspor’un istediği...
"Gladyatörler arenada kazanırlar..."
Ahlâksızların lûtfuyla kazanmaktansa, arenada erkek gibi dövüşüp, arslanıyla, çakalıyla ter içinde hak ederek kazanılmış bir helâl şampiyonluk kupası Bursa’nın ve Bursaspor’un istediği, böyle olmayacaksa eğer, erkeklik şânıyla kaybetmeyi, erkek gibi arenadan mağlup olarak çıkmayı tercih eder Bursa ve Bursaspor...
Mağlup ama vakur, mağlup ama başı dik, mağlup ama şânını koruyarak...
Birileri ahlâksız kulisler yapadursunlar, nihayetinde takımımızın başında "adam gibi bir adam", takımda parasız ama onur denilen "haslet"ten dikilmiş formalarıyla savaşan on bir kahraman çocuk, tribünlerde gökleri beyaza yerleri yeşile bürümüş onbinler...
İçlerinde "Tuttuğu takımın ismi nüfus kâğıdında yazan bir delikanlı yeğenim Zafer Dönmez"...
Hülâsaa:
"Rahat uyu Tanpınıar,
'Bursa'da Zaman' artık şampiyonluk için akıyor..."
Ve:
Bu sene, o sene…”
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi