Tanrı onları korusun ama bizden uzak tutsun!”
İyilik ve kötülük… İkisini de içimizde taşıyoruz… Yalnızca fark edene, idrak edene kadar, tanımlayana kadar bilmiyoruz, tanımıyoruz onları.. Ama içimizde bir yerdeler, bir nefes gibi, nabzımız gibi…
Fark ettiğimizde, idrâk ettiğimizde, tanıdığımızda, tanımlayabildiğimizde başlıyor aslında hayat.
O zaman hayatımıza giriyor kavramlar, kelimeler, heceler… O zaman hayatımıza giriyor sorular.. O zaman başlıyoruz aramağa cevapları.. Çok soruyoruz, çok az cevap buluyoruz... Bulduğumuz, bulduğumuzu sandığımız cevaplar da iflâs ediyor bâzen.. Kronometreyi sıfırlamak gibi bir şey bu… Ya da bir patinaj, didinip didinip aynı yerde saymak.. Sil yeni baştan.. Elde var sıfır.. Elde var inanma hislerimizin, arama cehdimizin, hakikate dair tecessüslerimizin hâk ile yeksân oluşu… Hasar tespît çalışmaları geçmişe dair zihnî mesâiyi yok ediyor ve hasar tespîtini yapabilene aşk’olsun…
Soruların peşindeki insanlar, ayaklarındaki prangalarla bir müebbed mahkûmlar tâifesi aslında.. Sorulara mahkûmlar, hakikatin ne olduğuna dair bir tecessüse mahkûmlar. İnsanlığın tüm yükünü omuzlamışlar, kimse onları muvazzaf kılmasa da.. Soruları ve cevapları ancak fısıltı ile konuşabilen bu mahkûmlar tâifesinin sesi bile duyulmuyor. Oysa, prangalarının şakırtıları bile içtimâî hayatın huzurunu kaçırmağa kâfi ve de vâfi... Bu mahkûmlar tâifesine tahammülü yok toplumun, prangalarının yürürlerken çıkardığı şakırtılarından bile rahatsız… Mümkün olsa hiç görmeseler, hiç duymasalar çok huzurlu olacaklar. Kendilerine benzememeleri kâfi, safra muamelesi yapmaları için.
“Sen bize benzemiyorsun, o hâlde bizden uzak duracaksın, huzurumuzu kaçırmayacaksın!..”.
“God save them, keep away from us…”(“Tanrı onları korusun ama bizden uzak tutsun”*)
Mâsumlar aslında. Trajik ama gerçekten mâsumlar. Müebbed hüküm giymiş olabilirler, Lâkin mâsumlar. Kolayca damgalanabilirler ama mâsumlar. Görüldükleri yerde tanınabilirler onlar, ama mâsumlar. Çirkin ördektirler ama mâsumlar. Kolayca sizden olmadıkları anlaşılır, ama mâsumlar. Başta ilginizi çekebilir, sonra ürkütebilirler, ama mâsumlar…
Bütün kalabalıklara “Durun, yanlış yöne gidiyorsunuz” derler tek başlarına… Kalabalık şöyle bir bakar, “deli” der ya da “meczup”, en azından “bizden değil” ve yollarına devam eder kalabalıklar... Oturması, kalkması, yemesi, içmesi, zevkleri, ilgisi, sevmesi, sevmemesi, hazzı, hoşnutsuzluğu, sevinci, tasası, heyecanı, sükûneti hiç alışıldık değildir, o vakit; “o bir delidir, yeri tecrittir…”.
İstedikleri çok zor bir şey değildir aslında.
“Hakikat nedir?” diye sorarlar. “Böyle de olmaz mı?” derler en azından. “İyilik ve kötülük nedir?” diye sorarlar. Sorarlar, hep sorarlar… “Gelin beraber cevap arayalım” teklifleri kalabalıkların avazaları arasında boğulur gider…
Çünkü kalabalıklar iyi olduklarından emîndirler. O kadar emîndirler ki, bâzen soruları soranlar bile kendilerinden şüphe ederler. Kalabalıklar o kadar iyiymiş gibi görünürler ki, iyilik bile saklar kendini… Utanır, iyi olduğundan.. Kalabalıklar yargılarlar, hükm’ederler, infâz ederler.. Vazife duygusuyla kendi kanunlarına uymakla gurur duyar kalabalıklar. Onların kitabında yazan muhakkak doğrudur…
“Oysa iyilik belki bu değildir” der soruyu soranlardan birisi ve “Siz neden iyisiniz?” diye sorar…
Cevap oldukça basit ve yalındır. “Öyle öğretildi bize…” Bu basitliğin ve yalınlığın neden anlaşılmadığına da şaşarlar.
“Peki, öğretilmeseydi iyi olmayacak mıydınız?”
İyilikleriniz, inandıklarınız, öğrendikleriniz mi iyiliğinize sebep? Doğruluğunuza sebep? Dürüstlüğünüze sebep? Sevmenize sebep? Nefretlerinize sebep?
Onlar olmasa inanmaz mıydınız, doğru olmaz mıydınız, dürüst olmaz mıydınız, sevmez, nefret etmez miydiniz?
Her ne iseniz, o oluşunuz neden illa ki hâricî bir etkene istinâd etmeli? O hâricî etken ortadan katlığında ya da o hâricî etkenle ünsiyetiniz kalmadığında ne yapacaksınız? Muallâk taşı gibi havada mı kalacaksınız?
Belâgatin şehvetinden, iktidârın şehvetinden söz edilir… Gâliba yargının şehveti de bunların yanında yer almalı… Yargılarız kolayca ve rahatlarız, halletmişizdir devâsa meseleleri. Vicdânımız rahattır. Haklı mıyız, haksız mıyız umurumuzda değildir. Çünkü “ya böyle değilse” ihtimâlinin zihnimizde yeri yoktur…
Olan soruların sâhiplerine olur. Onlar mahkûmiyeti tercih etmiştir sanki.. Ayaklarındaki prangaların şakırtılarıyla istemeden de olsa rahatsızlık vermeye devam ederler. Üzülürler, inkısâr-ı hayale düçâr olurlar, yine de sihâm-ı kazayı kendilerine vecihlendirirler ve yine soru sorarlar“acaba ben mi hata yapıyorum?”.
Onlar sorular olmadan yaşayamazlar. Yaşasalar da anlamlandırmazlar hayatlarını..
“Belâ-yı ışka gel ey andelib söyleşelim
Ki müşkülât suâl ü cevab ile aşılır…”.
Bir zihnî teşevvüş telâkkî ediniz, geçiniz…
(* Ecinni tâifesi için söylenmiş İngiliz atasözü)
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi