Bir şampiyonluğun hazin tedâileri…
Hüzün.. ne güzel bir kelimedir.. hazin.. hazan.. hep birbirine akrabâ, birbirine teşne..
Melâl.. hemen yakınlarında durur sessizce ve terbiyesiyle, boynu bükük, teslim olmuş, çâresiz, çar nâ-çâr.. kalbi kırık melâl.. Kin, tehevvür, garez, öfke, kızgınlık, tahkir ihtivâ etmez, imâ etmez, tedâi ettirmez, yalnızca cümlenin içinde bir köşede hazin bir kelâm olarak durur, sükût eder, anlaşılmayı bekler; kör olmayan gözlerden, sağır olmayan kulaklardan, revnâk gönüllerden…
Mëlancolie.. melancholy.. bize yabancı, ama musıkîsi var.. bizim zihinlerimizdeki karşılığı pek müspet değil, tıpkı melâl gibi, aralarındaki telâffuz yakınlıkları, anlam kaymalarında da müşterek kaderleri olmuş, mânâ akrabalıklarından geliyor olsa gerek…
“Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz” derken serzeniş hâlindedir aslında hüznün şâiri Ahmet
Hâşim…
Mutlak mânâda menfî değildir hüzün, mutlak mânâda müspet olmadığı gibi neşê ve sürûr…
Mâdem, Âdem’in yaratılışı esnâsında üzerine otuz dokuz gün hüzün yağmuru ve yalnızca bir gün neş’e yağmuru yağmıştır, işte hüznümüzün, melâlimizin geriye dönük ayak izlerinin bidâyeti buradadır, mes’ulü, fâili buradadır…
Bütün bunlar, bir girizgâh, anlaşılmak ‘çün…
Bu girizgâh, bir şampiyonluk üzerinden nasıl oluyor da doğuyor hüzün, mağlûbiyet, çöküş, tükeniş, tükenmiş ümitlerin yeşerdiğine dair hissedilen zavallı ama naif, acıklı ama çocukça bir neş’e, mübâlaalı ama trajik bir coşku ve günlerce devâm eden latifeler silsilesine dair merâm beyân ederken, yazıcının bir mukaddimesi…
Doğduğum, delikanlılık eyyâmını doyasıya yaşadığım, sonra uzun yıllar bir gurbetin arkasında bıraktığım ve uzun yılların ardından uzunca zaman beklediğim randevuya yetişmek için geri döndüğüm yeşil şehrin, kadîm şehrin çocuklarının kırk yedi yıl sonra Bizans’tan sökerek aldığı bir şampiyonluk bu, hak edilmiş bir şampiyonluk…
Bir festival, bir karnaval, bir cümbüş, bir fener alayı, bir düğün, bir halay, bir horon neş’esi ve coşkusuyla kutlanmayı hak eden bir şampiyonluk bu…
Yeşil şehre, kadîm şehre, Bursaspor sevgisinden başka hemşehrilik alâmeti bulunmayan bir “medenî şehirli” şehre yakışan bir şampiyonluk…
İhtiyârı, genci, çocuğu, delikanlısı, esnafı, işçisi, memuru, zengini, fakiyri, doğma büyüme Bursalısı, gönüllü Bursalısı hep berâber kutladığı bir şampiyonluk…
Ve.. yurdun dört bir tarafından tebrik telefonları.. “şampiyonluğunuz” değil “şampiyonluğumuz kutlu olsun” tebrikleri.. müşterek bir heyecan.. müşterek bir coşku..
Bizim nesiller, bizim dostlar, “bizim şampiyonluğumuz”a terfî ettiriyor Bursaspor’un şampiyonluğunu…
“Bizim şampiyonluğumuz”…
Neden?
Çünkü hayatları bir “mağlûbiyetler silsilesi” hâlinde devâm etmiş bir “mağlûplar kervanı”nın fertleriyiz… Melâli yalnız anlayan değil, üzerlerinden melâlin romanları yazılacak raddede melâlin temsilcileri, melâlin nesilleriyiz...
Cılız omuzlarının ne kadar yük yüklenebileceğini hesâb etmeden, dünyanın cefâsını ve ideallerini ve ümitlerini, onurlu bir ülke, adâletli bir dünya hayallerini yüklenmiş, gönüllerine nice hesapsız, hudutsuz sevgiler sığdırmış, hesapsız ve hudutsuz sevgilerini, hayallerini nice amansız sınavlardan geçirmiş, kimler usanırsa usansın her dem yeniden doğmuş, sendelemiş, aldatılmış, hayalleri yıkılmış, her yıkıldığında küllerinden yeniden doğmuş, yeni bir imânı, yeni bir aşkı kuşanmış, bıkmadan, usanmadan, yılmadan, yorgunluğuna aldırmadan yeni sevgilere susamış, kanmış, hiçbir karşılık beklemeksizin, tahkire gelmez ve boyun eğmez gururlarını uğruna fedâ etmiş ve hep sevmiş, hep sevmiş nesillerin hayat denilen serencâmlarında bir ilk olmuş Bursaspor’un şampiyonluğu…
Mağlûplar silsilesinin bu mağluplar kervanı, ilk kez bu kadar sarih, bu kadar sahih bir gâlibiyetle tanışmışlar.. Bu gâlibiyetin öznesi hâline getirmişler kendilerini ve “bizim şampiyoluğumuz”a terfî ettirmişler..
Tam da pes ettikleri bir dönemde aslında.. tam da eleklerini eleyip duvarlarına indirmemek üzere astıkları bir dönemde.. hâtıralarının bile çürümeğe başladıkları bir dönemde aslında.. her şeyden vazgeçmeğe teşne oldukları bir dönemde aslında.. ücrâda, tenhâda bahçeli sâkin bir ev hayali ya da telâşesi içinde tecerrüde niyet ettikleri bir dönemde aslında… yorgunluktan bîtâb düştükleri bir dönemde aslında.. umutlarının form değiştirdiği, mücerrede inkılâb ettiği bir dönemde aslında.. yeni umutlarının ekin gibi acınmadan biçildiği, ekinin de boyun eğdiği bir dönemde aslında…
Böyle bir dönemde geldi şampiyonluk, gâlibiyet hissi, böyle bir dönemde telezzüz edildi, tadı tadıldı.. böyle bir dönemde..
On beş dakikalık bir siyah-beyaz film arasına düştü yeşil-beyaz şampiyonluk…
Renklendirdi.. neş’elendirdi.. coşturdu.. heyecanlandırdı.. ve paylaşıldı yine samimî dileklerle…
Sordu: “Bir şampiyonluktan niye hüzün çıksın ki?”
Cevap veremedi yazıcı… Yazdı.. başkaca da ne yapabilirdi ki, kudretine rağmen çâr-nâçardı, çâresizdi.. eli kolu bağlıydı.. yok.. yok.. gönlü bağlıydı.. her şeye rağmen sâdık ve ümit-vâr kalacaktı.. bekleyecekti, hakikate inanıyordu…
Çünkü..
“Müdâmî eyle istiğfâr, Kerîm Allah’ımız var”:
Hazîn olma gönül, zinhâr Kerim Allah’ımız var…
(Kerim’e de iki buçuk lira borcumuz var…(*)
*: (Bu latife aile ve dositân-ı güzine malûmdur)
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi