Sıkılmadınız mı?
25 Mart 2009 tarihinde Maraşt’a düşen helikopterle birlikte, ’78 neslinin en önemli gençlik lideri olan, Ülkü Ocakları Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nu, Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nu ama en önemlisi güzel bir dostumuzu, kendinden sonraki nesiller için bir memleket sevdâlısını, bir dâvâ ve bir mücâdele adamını ve “ecel arkadaşlarını” kaybettik…
“Her ölüm erkendir” diyor şâir…
Lâkin, emr-i ilâhî karşısında her mü’minin boynu büküktür. Bu iman, vakar ve teslimiyet ile biz müslümanlar, ölümü mümkün mertebe sükûnet ile karşılar ve Rabbine kavuşan yakınlarımız için gayrı duaya ilticâ ederiz. Hâtıralarına ve emânetlerine sâhip çıkar ve onları hayırla yâd ederken kalan ömrümüzün bakiyesinde, ruhunu da muazzeb etmekten imtinâ ederiz…
Mensubu olduğumuz din ve âit olduğumuz medeniyetin bizlere yüklediği bu hasletlerimizi içimizde fazlasıyla hak edendiMuhsin Yazcıoğlu…
Peki ne oldu da kimseden esirgemediğimiz hasletlerimizi esirgiyoruz Muhsin Yazıcıoğlu’ndan, hâtırasından, geride bıraktığı inandıklarından, mücâdelesinden?
Ebediyete teşyî ettikten sonra kapattık mı o sâhifeyi?
Ebediyete uğurladıklarımıza karşı, defin ile birlikte sorumluluklarımız da mı düşüyor kayıttan?
Ne oluyor bize?
Nihâyetinde, geride kalan bir siyâsî parti, on yedi yıllık siyâsî hayatı boyunca skor tabelâsındaki neticesi itibariyle moral bozan rakamlardan ziyâde, ilkeleriyle kendisinden söz ettirmiş ve cürümünden çok fazla yer yakan bir siyâsî parti ve aldığı oy ile tartılamayan bir ağırlığa ve saygınlığa sâhip Muhsin Yazıcıoğlu’nun siyâsi siyâsî terekesi…
Bunu mu paylaşamıyoruz?
Bunun için mi logar kapağı açılmış bir kanalizasyondan boşalan kâzurat gibi saçılıyor ortaya gıybet, tezvîrât, iftirâ, dedikodu, hadsizlik, küstahlık; yetkili/yetkisiz ağızlardan?
Bu ağızlar, on yedi yıllık mâzimizde birlikte saf tuttuğumuz kişiler mi aynı zamanda? Logar kapaklarını açmak için böyle acı bir kayıp mı bekliyorlardı?
Nerede mü’min ahlâkı, Türk terbiyesi, ülkücü tavır?
Nerede “arkadaşının ölmüş bedeninin etini yiyen” gıybet ehlinden olmamak için duyulması icap eden haşyet?
Ölü eti sofralarından bu kadar mı lezzet alıyorduk biz, aksırıncaya kadar, tıksırıncaya kadar yiyoruz bir yıldır?
Hiçbir ahlâkî endişe duymadan, kim olursa olsun en mahrem alanlarına dair yürütülen bir tezvîrât kimin ne işine yarar? İnsanların ailevî mahremiyetlerini, teorik olarak herkese bulunabilecek şahsî eksikliklerini işportaya dökmek gibi bir hafif meşreplik hangi siyâsî faydayı temin edecektir?
Fütursuzca, ânlık bir durumu savuşturma adına ağızlara ilk gelen cümlelerle, hakkında iftirâ düzdüğümüz arkadaşımızın yüzüne asla ve katâ söylemeyeceğimiz şeyleri mikrofonlara umuma söylemek gibi bir ahmak, bir müptezel cesâretine ne zaman sâhip olundu Allah aşkına? Ne zaman oldu bunlar?
Meğer ne kadar da iyi biliyormuşuz biz siyâseti. Bir şey söyleyip aynı zamanda onu söylememiş olmayı ne kadar da iyi biliyor muşuz? İçimizde ne kadar çok Demirel varmış bizim. Olan biteni oyun hamuru gibi şekilden şekle sokmakta ne kadar da hünerliymişiz meğer! Bu kabiliyetler(!) daha evvel nasıl oldu da keşfedilemedi.
Ne uğruna? Kaç genel başkan koltuğu onurumuzdan daha kıymetli? Kaç genel başkan koltuğu şerefimizden daha kıymetli, verdiğimiz sözlerden daha kıymetli? “Söz ağızdan çıkar” diyen Türk vecizesinin içinde mündemiç bir soru vardır ve aynı zamanda zımnen bir de soru sorar; “ağızdan çıkmazsa nereden çıkar?”. Kaç genel başkan koltuğuna değer verdiğimiz bir sözden dönmek?
Kaç genel başkan yardımcılığı koltuğuna değer, arkadaşın hakkında asılsız olduğunu bile bile atılan bir iftiraya ortak olmak? Bu kadar alçalmağa değer mi?
Kaç milletvekilliğine değer acaba, şerefini kaybetmek, onurunu kaybetmek, söylediğin her şeyi sonra “hayır öyle söylemedim, ben onu demek istemedim, biz aslında onu çok severiz, babası da arkadaşımdır” şeklinde alçalmak, kaç koltuğa değer, kaç muhtemel mebusluğa değer Allah aşkına?
Daha doymadık mı? Daha usanmadık mı? Daha sıkılmadık mı? Kifâyet etmedi mi daha?
Kırk yıllık bir mücâdele geleneğinin zamânesi bu müsâmere mi?
Neden sâdeleştirmiyoruz olan biteni?
Siyasetin, aktif politikanın bir kurumu olan bir siyâsî partide yönetim kademelerinin değişimi bir kurallar silsilesine ve teâmüllere bağlanmamış mıdır Büyük Birlik Partisi’nde? Haydi teamüllerde anlaşamıyoruz, peki Büyük Birlik Partisi sabah erken kalkanın sâhip olacağı bir otopark yeri midir? Büyük Birlik Partisi, İ’l’a-yı Kelimiettullah için Nizam-ı Âlem ülküsünün ve idealinin bir çatısı değil de, bir çıkarlar zemini ve çarıklı kahvehânesi midir?
Büyük Birlik Partisi’ndeki her türlü makam, işgâliye bedeli ödendiği taktirde ilâ nihâye müktesep hak mıdır?
Öyle ya da böyle bir yönetim vardır iş başında; bu satırların yazarının da tasvip etmediği, ehil görmediği bir riyâset ve bir yönetim. Ama vardır, bir genel kongrenin neticesinde mazbatalarını almış bir yönetim bu.
Ve bu yönetime muhalif bir hareket var.
Kararı verecek olan genel kongre delegeleri. Ya mevcut yönetim “güven tâzeleyecek” ya da muhalif harekete “riyâseti ve yönetimi teslim edecek”. Bu kadar basit bir durumu içinden çıkılamaz bir labirente çevirmek hususunda gösterdiğimiz yüksek performansı bu durumu sâdeleştirmek, basitleştirmek, kolaylaştırmak ve meseleyi bütün komplekslerimizden soyutlamakta sergilesek, en azından bu noktada bir mola versek bir nefeslik…
Biraz düşünsek, n’oluyor bize, n’apıyoruz biz, neler söylüyoruz, ele güne rüsvâ oluyoruz, kendimize gelelim desek…
Kaybedilme ihtimâli olan nihâyetinde bir koltuk, bir makam, “imânınız değil”..
Kazanılma ihtimâli olan da nihâyetinde bir parti, “cennet-i âlâ değil”.
Kurallara uyulursa mesele kalmayacak. Bunu dahi beceremeyecek miyiz? Kırmızı ışıkta geçmeme irâdesi gösterecek kadar da medenî davranamayacak mıyız?
Hız tutkumuza gem vuracağız, kurallara uyacağız. Hepsi bu. Bunun için dâvâ adamı olmak falan gerekmiyor, ortalama bir vatandaş gibi davranmak kifâyet edecek. Yeşil ışıkta geçeceğiz, kırmızıda duracağız, sarı da bekleyeceğiz. Sanrım herkesin ezberinde kalacak kadar kısa ve anlaşılabilir…
Cemiyet içinde geğirmemek, burun karıştırmamak, yüksek sesle konuşmamak kadar basit değil mi? İnanıyorum bunu başarabiliriz…
Yazılı kurallar yani tüzük ne diyorsa onu uygulayacağız, bu herkes için müşterek ve meşrû bir alan olur..
Geriye kalan her şey sübjektiftir.. Bendenizin mevcut riyâset ve yönetimi ehil bulmamam da sübjektir, birilerinin muhalefet hareketi karşısında olması da sübjektiftir. Âlenen görünen, ortalığa saçılmış bir durum var ortada ve bu durumu biz pek çok gerekçe ile müştereken “rezillik” olarak tanımlayamıyoruz, bu demektir ki biz bir sübjektivite üzerinde herhangi bir mutabakat sağlayamayacağız.
Öyleyse tüm yorumları anlamsız kılacak olan kuralardır.
Kurallara uyacağına dâir söz verip bu sözü tutacak olanlar var mı?
Yoksa kaostan mı medet umulacak? Kaos iktidarları yer, bu tarihin tecrübesidir, herkes için kurallara uymak mâkûl olandır.
Mâkul nedir, zamanında yapılacak olan bir genel kongredir.,
Haydi, biraz cesâret, sonunda ölüm yok ya!..
Ves-selâm…
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi