Elde kalan bir “uhuvvet râbıtasıdır”; onu da yiyin…
Yiyin efendiler yiyin, aksırıncaya kadar tıksırıncaya kadar yiyin;
Elde kalan bir “uhuvvet râbıtasıdır”; onu da yiyin…
Sanıyorum topyekûn tecenün ediyoruz…
Bir “cinnet mustatili”ne hapsediyoruz kendimizi… Burada cem’ân yekûnumuz tecennün edeceğiz.
Mısır’daki “paşa dedelerimiz”den, ucu bucağı görünmeyen arâziler, içleri kurûn-i vustânın ve rënesansın âsâr-ı âtikası ile lebâ leb dolu yalılar, köşkler, hanlar, hamamlar, saraylar, vakıf akarları, hisse senetlerinden müteşekkil haddi hesâbı olmayan, dudak uçurtan muharrik bir servet kaldı da, sarhoş olduk, kendimizi kaybettik, ne yaptığımızı bilmez hâlde dilimlerin küçülmesinin önüne geçmek istiyoruz…
Onun soyadı sahte aileden değil, diğerinin gözünün üstünde kaşı var diyerek mirastan uzak tutma savaşı veriyoruz.
Ve bu “anlamsız savaş” inandığımız değerleri örseleyen bir zemin, bir cephe kazanıyor git gide.
Ne özel hukuk, ne âilevî mahremiyetler, ne emânet edilmiş sırlar, ne kişilik hakları gözetiliyor.
Hz. Peygamber’in; “Birbirinizi ibâdetlerinizle değil, şu üç şeyle imtihan ediniz, sır verdiniz sakladı mı, emânet verdiniz muhafaza etti mi, yola çıktınız yarı yolda bıraktı mı? Eğer bu üç imtihandan geçer iseniz, kardeşlik ediniz.” eskimez, şaşmaz ölçüsünü hangi hezeyanlarla rafa kaldırdık, dondurucuya koyduk, bir süreliğine “raydan çıkma” kararını nasıl bir sekerât hâliyle aldık?!
Yine bir Kudsî Hadis’i şöyle aktarıyor ümmetine Hz. Peygamber; “Aranızda öyle kimseler bulunacak ki, onların cennetteki mevkîlerine nebîler ve şehitler imrenerek bakacaklar. Onlar aralarında akrabalık ve menfaat olmaksızın birbirlerini yalnızca Allah için sevenler, aralarında yalnızca Allah için kardeşlik hukuku tesis edenlerdir. Allah onlara mahşer günü, ‘gelin sizleri cennetimin en güzel gölgeliklerinde gölgelendireyim’ diyecektir…”.
Biz kardeşlik hukuku anlayışımızın temelini, uhuvvet râbıtamızın dibâcesini bu ölçüler üzerine binâ etmeyi öğrenmedik mi? Böyle öğretilmedi mi bizlere? Kendimizi bildik bileli, “Mü’minler bir vücûdun âzâları gibidir…” hadisine sâhiden inanmıyor muyduk yoksa?
Ne oldu da, “ölü eti sofrasından telezzüz etmeğe” alıştık? Ne oldu da iftar sofralarımızı bile “gıybet ikrâmı”na tenzil ediyoruz?
Eskimez, şaşmaz ve bütün zamanları kuşatan hakikatlerimizi, değerlerimizi, âdetlerimizi, ilimizi, töremizi, hasletlerimizi, terbiyemizi, âdâbımızı, teşrifât kaidelerimizi, efendiliğimizi, adamlığımızı, ideallerimizi, hâtıralarımızı, mâzimizi, dostluklarımızı, kardeşlik hukuklarımızı, sırlarımızı, emânetlerimizi, yürüdüğümüz yolları “keen-len-yekûn”farz’ediyoruz?!
Sâhi ne oluyor bize?!
Efendiler!
Bir kısım jenerasyon için on yedi yıllık, bir kısım için ise kırk yıllık bir mâziden bize kalan bir maddî miras yok!!!
Ortada han, hamam, yalı, köşk yok!!!
Ortada politik bir miras da yok!!!
Yoklarla başlayan, yoklarla devam eden, yoklar arasında birikmiş hâtıralar, yoklar arasında oluşmuş bir “uhuvvet râbıtâsı”, yoklar arasında vâr edilmiş dostluklar ve yoklar arasında bir haysiyet ve vakar kürsüsü olarak vâr edilmiş kürsümüzden, bu aziz milletin mukadderâtına söylenmiş samimî sözler, yoklar arasında vâr edilmiş samimî bir siyâset etme biçimi, yoklar arasından vâr edilmiş ve Türk siyâsetinde açılmış naif, beyaz bir sâhife; hepsi bu…
Bundan gayrısı bir kocaman hikaye ve yokluktur!...
Yoklar ararsında vâr edilmiş bütün kazanımlarımızı gıybet meclislerinde mi tüketeceğiz. İnternet denilen bu gâvur icâdını, fitnenin, fesadın, gıybetin, tezvîrâtın, yalanın, dolanın, hilenin, desisenin açılmış logar kapakları gibi kullanacağız?!
Yoksa, kendimize gelip, düşünecek miyiz?
Bu kararı vermemiz gerek.
İçinde bulunduğumuz durumu sâdeleştirmekten başka yapacak bir şeyimiz yok. Sanmayınız ki dünya bizim etrafımızda dönüyor, bütün ülke kulak kesilmiş ne diyeceğimizi merak ediyor, gözlerini dikmiş ne yapacağımızı gözlüyor.
Hayır böyle değil. Yalnızca biz bir kurt gibi kendi kendimizi kemiriyoruz.
Gelin bir “itidâl hattı”nda hizâlanalım, durumu sâdeleştirelim… Eksiler artılar birbirini götürsün, elde kalanla yola devam edelim…
Ne olursa olsun, şu internet zeminlerindeki kirliliğin “top yekûn” önüne geçelim. Ne gerekçe ile olursa olsun, özel hukuku, âilevî mahremiyetleri ve kişilik haklarını ihlâl etmeyelim.
Edenleri, kim olursa olsun, “bunu yapan bizden değildir” diye tecrîd ve ifşâ edelim. Hem, “hiç kimse” bilgisi dâhi olmadığı bir saçmalığın “hesâbını” vermek zorunda kalmasın, hem de “hiç kimsenin” elinde böyle faili meçhûl bir “koz”bulunmasın.
Hiçbir arkadaşımızın onuru tahkire gelmez, hiçbir arkadaşımızın. “Hiç kimsenin” bu hususta bir imtiyâzı yoktur, “hiç kimsenin”. En gencimizden en yaşlımıza kadar hiçbir arkadaşımızın onuru tahkire gelmez… Buna titizlikle riâyet edelim.
Mevcut durumu “sâdeleştirelim”. Sâdeleştirmekten kastım, ne kendimizi cem’ân mübalaa edelim, ne de tahfif ederek kendimizi heder edelim ve kendimizi bu arada yalın olarak tanımlayalım. “topyekûn” cürmümüzü bilelim, haddimizi bilelim, hukukumuzu bilelim.
Elde kalan bir “uhuvvet râbıtasıdır” ona kıymayalım.
Herkesin malûmu olduğu vechiyle, olağanüstü şartlarda hukukun zarûrî kıldığı bir kongre ile seçilmiş bir yönetim iş başındadır. Yetkileri tüzükle bellidir. Teâmüllere riâyet edip etmemek gibi bir hakları vardır. Tamâmen sübjektif bir değer olan sözlere riâyet edip etmemek gibi bir hak ve yetkileri vardır. Keyfiyetini tartışır, sorgularız, bu bir bahs-i diğerdir. Lâkin istediğimiz kadar tartışıp sorgulayalım, ne teâmüller ve ne de bir takım sözlerinden dolayı, tüzük ve prosedür herhangi bir şey yapmaya icbâr etmez yetkilileri, bu hususta serâpa bir resmî manevra alanları vardır. Teâmüller ve verilen sözler, vicdânî hukukun kapsama alanındadır, çok da müdâhale edilebilesi bir alan değildir.
Bu durumun izahı şudur; bir siyâsî partinin yönetim değişikliğinin nasıl olacağına dâir tüm hukukî prosedür tüzükle belirlenmiştir ve böyle de olmağa mahkûmdur.
Yâni, olağanüstü kongre için gerekli olan delege imzası “noter tasdikli” olarak tevsik olunacak ve eğer bu şartlarda dahi muhatap kurul kabûle yanaşmaz ise, imzalar ilgili kurum olan YSK’ya teslim edilecek ve dahi yine “hukukî prosedür” tâkip edilecektir.
Bu şartlar yerine getirildiğinde bile, mevcut yönetim, tüzüğün ve hukukun kendilerine tanıdığı bâzı manevraları harekete geçirmek gibi bir resmî zemine sâhiptir. Bu bir tercih meselesidir. Gönül bunların olmasını tabii ki istemez, lâkin, muhtemeldir, mümkündür, görünen köy kılavuz istemez, sürpriz olmayacaktır.
Bilinsin ki bu kapı “dar bir kapı”dır. Bu yol “çileli bir yol”dur. Tahammül edemeyecekler için hâlâs olmak en iyi çâredir.
Bu şartlarda yapılacak olan da; sabır, sebat ve hukuka uygun davranmaktır. Kendinizi anlatmaktır. Düşüncelerinizi, proğramınızı, fikirlerinizi, projelerinizi, kadronuzu ilgili zeminlerle yüz yüze getirmektir.
Diğer tarafta, mevcut yönetim de durumu sâdeleştirmeli, aynı hukuklara, aynı kişilik haklarına saygılı olmayı öğrenmeli, iktidarda oturuyor olmanın tabii neticesi olarak tenkit edilmeğe alışmalıdırlar. Mevcut vazifelerinden pek çok, pek çok arkadaşımız gelmiş geçmiştir. Hiç birisi ama hiç birisi tavazzuf ettiği vazifenin ebediliğine inanmadı. Bir gün devredeceğini bilerek oturdular o makamlarda. Sizler de bir gün devredeceksiniz. Bu dünyanın sonu olmayacak, göreceksiniz.
Biliniz ki, olağanüstü kongre talebi meşrû, hakkaniyetli, tabii bir taleptir. Bu talebe karşı savunma refleksleri, bariyerler, spekülasyonlar, tezvirâtlar, komplo teorileri ürettiğiniz müddetçe aslında ne kadar da zayıf olduğunuzu ikrâr etmiş olursunuz. Mevcut delegasyon, 24 Mayıs 2009’da sizleri seçen delegasyondur. Bu delegasyon yine seçim yapacaktır. Bunun neresinde bir mahzur görüyorsunuz?
Elinizde tüzüğün ve hukukun size sunduğu manevra alanlarını kullanmak yerine parti kongresini “zamanında”yapacağınızı beyân ediniz, mevcut tüm tartışmalara son veriniz. Zamanında yani, önümüzdeki Kasım ayında. Kelime oyunlarıyla “zamanında yapacağız” diyerek, zımnen ertelediğiniz tarihi kast etmeyiniz. Bu herkes için rahatlatıcı bir tavır olacaktır. Eğer yapmayacaksanız da, bunu hayata geçirecek daha mâkûl usûller bulunuz, kimseyi rencide ve tahrik etmeyecek mâkûl usuûller…
Elde kalan bir “uhuvvet râbıtasıdır” ona kıymayınız.
Muhatabınız, sizlerin şu ân deruhte ettiği vazifelerin hepsini sizlerden evvel fazlasıyla ifâ etmiş olmakla mevcut talebine hak kazanmış bir dâvâ arkadaşınızdır. Düşmanınız değil, rakibinizdir. Hasmınız değil, yalnızca sizden daha iyi yöneteceğini iddia eden bir arkadaşınızdır, arkadaşımızdır.
Oyunu yazılı kurallara göre oynamak, sahip olduğumuz manevra alanlarından gönüllü olarak ferâgat etmek bir “itidâl hattı”dır, bir centilmenliktir.
Gerisi koskocaman bir hikâyedir..
Elde kalan bir “uhuvvet râbıtasıdır” ona kıymayınız.
Bu yazı, topyekûn bir “itidal hattı”nda hizâlanmak için “Bismillah” demeye bir dâvettir.
Ves-selâm...
Küçük Bir Not:
Referandum konusunda artık yazı yazmayacağım. Lakin bir hususun altını çizmeden de geçemeyeceğim. Muhsin Yazıcıoğlu hayatta olsaydı referandumda "evet" oyu kullanırdı, evet, el-hak doğrudur, aynen böyledir. Lâkin, "Muhsin Yazıcıoğlu yaşasaydı kapı kapı dolaşıp evet oyu toplardı" şeklinde beyânatlar görüyorum basında "yetkili ama kifâyetsiz" ağızlardan. Muhsin Yazıcıoğlu refarandumda "evet" oyu kullanırdı, evet ama kapı kapı dolaşmazdı, mevkiinin ağırlığınca davranırdı. Kapı kapı dolaşmak ve tellâllık bu beyân sahiplerinin yeni siyâset etme biçimidir, Muhsin Yazıcıoğlu hayatı boyunca böyle bir siyâset izlemedi. Hareketin içnde mâzisi olmayanlar eskilere sorsunlar, doğrusunu öğrensinler...
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi