Telvin Hüsn-ü Hat Sahaf Şiir
Anasayfa > Nizâm-ı Âlem Yazıları > Referandumun ardından “Zigana Dağı üzerine portakal dikilme ihtimâli”, kayısı-fındık fiyatları arasına sıkışan “şuuraltı akrabalığı” üzerine…

Referandumun ardından “Zigana Dağı üzerine portakal dikilme ihtimâli”,  kayısı-fındık  fiyatları arasına sıkışan “şuuraltı akrabalığı” üzerine…


Referandum bitti, neticeleri itibariyle tartışmaları bitmeyecek, en azından uzun bir süre daha devam edecek gibi duruyor.



Tartışmaların devam edecek olmasının en önemli sebeplerinden birisi “değişiklik paketi”nin içinden Geçici 15. Madde’nin de geçmesi ki, ilgili madde “ülkücülerin” Türk basın/medya tarihînin en yoğun  “muvakkat istihdâmı”nın da sebebi aynı zamanda…



Hükümetin anayasa değişiklik paketinin içine yerleştirdiği geçici 15. Madde, ülkücüleri bir kez daha, bir konuda daha, bir zeminde daha, bir iklimde daha parçalamaya yetti. Ülkücülerin bizzâtihî mağduru oldukları 12 Eylül darbesinin generallerini koruma altına alan bu maddenin iptâli, ülkücüleri memnun edecek, yüreklerini soğutacak bir madde olduğu hâlde, ülkücüler nezdindeki karşılığı bu olmadı. Ülkücüler, anayasa değişikliklerini öngören referandumda yek vücûd olamadılar.



MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin öngörüsüyle bir taraf, “evet” ile neticelenecek referandum sonunda ülkenin bölüneceği kaygısıyla “hayır”da hayır umdu.



Referandum madalyonunun bir yüzünde Devlet Bahçeli’nin “endişeleri”nin resmi var. Belki de ilgili anayasa değişikliklerinin muhtevâsından ziyâde,  HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısının değişikliğinden mevcut iktidar ve Başbakanın “elde edeceği” gücün kullanımına dâir endişeler bunlar. Belki de, Türk bürokrasisinin üzerindeki “paylaşma ve parselleme ” savaşının getireceklerinden duyulan bir endişe. Ve belki de gerçekten bir şeyler biliyor Bahçeli…



Siyâsette iki tür marjinallikten söz edilir. Öyle fikirler va’z edersiniz ki, bunların toplumda hiçbir karşılığı yoktur . Veya çok doğru fikirleriniz vardır, fakat siz ve sizin kadrolarınız bu fikirleri taşıyacak kadrolar değilsinizdir.



Devlet Bahçeli eğer “vehimlerinin”  kurbânı değilse, her hal û kârda siyâseten marjinal bir zeminin mûkîmi ve sâkini. Çünkü hem cumhurbaşkanını halkın seçmesi referandumunda tabanını bütünüyle iknâ edememi çıktı hem de son referandumda…



Referandum madalyonunun diğer yüzünde ise tabii olarak hükûmet, başbakan ve artık ülkenin en önemli “baskı grubu”hâline gelen ve gâliba yasama-yürütme-yargı ve medyadan sonra medya ile iç içe beşinci büyük güç olan “cemaat”var. 



Hükûmet-Başbakan-Cemaat triosu malûm referandum neticeleri itibariyle Türkiye’de bir “demokratik asr-ı saadet”in yaşanacağını vaat ediyor, toplumun buna inanmasını istiyor. Yüzde 58’lik “evet” oyuna bakıldığında toplumun mebzûl miktarda buna inandığı da izahtan vâreste…



Kim ne derse desin ve ne yazarsa yazsın, hangi demokratik şafak sökerse söksün, hangi demokratik asr-ı saadet devri başlarsa başlasın, hangi kadrolar HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nde tavazzuf ederse etsin, hangi ferd-i vahid vatandaş Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne müracaat ederek hangi hakkını alırsa alsın, hangi vesâyet bulutu demokrasimizin üzerinden kalkarsa kalksın, cümle âlem biliyor ki ve sağır sultan dahi işitmiştir ki, yakın geleceğimizin en “önemli ve hayâtî” meselesi, akşam sabah ülkemizin karşısında “bariyer” olarak duran problemimiz “güneydoğu-kürt-terör”problemidir, kim nasıl tesmiye ederse, kim nasıl isimlendirirse artık… 



Referandum sonrası, “İmralı mahpusu”nun kendisiyle “devlet adına”  ve MİT aracılığı ile yapıldığı iddia edilen görüşmelere dair açıklamaları, ateşkes/çatışmaların bir hafta ertelenmesi gibi nasıl isimlendirsek de kamuoyunu işkillendirmesek gibisinden bir türlü karar verilemeyen süreç, BDP’li Demirtaş’ın ilkokul çocuklarını boykota zorlayan çağrısı,  Diyarbakır Belediye Başkanının belediyelere iki bayrak çekme tehdidi ve hükûmetin BDP ile görüşmeme kararını iptal ederek görüşme yapacağını açıklamasının medya tarafından “sevinçle karşılanması” ve BDP’nin neredeyse“sürgünde bir Kürt parlamentosu” edâsıyla bu görüşmeye hazır olduğunu belirtmesi, İspanyol Katalan çözümünün açıkça önerilmesi, önümüzdeki dönemde “neler olabileceğine” dâir ip uçlarını seriyor gözler önüne.



Buradan bir demokratik asr-ı saadet doğar mı, vesâyetsiz bir kardeşlik demokrasisi şafağı söker mi?



Hükümet-Başbakan-Cemaat triosu ve yakın çevreleri bunu vâ’z ve vaat ediyor. İçlerinde samimiyetinden şüphe edemeyeceğimiz pek çok isim var. Ve umuyoruz ki böyle olur, referandumun bu “gülümseyen resmi” kaplar Türkiye’yi.



Bunu herkes gönülden ister ama şemsiye yağmur yağma ihtimâline binâen bulundurulan bir eşyâdır ve bulutlu havada elinden her şemsiye bulunduranı da “paranoyak” ilan etmek mâkûl değil; tedbiren en azından…



Recep Peker ve Kılıçdaroğlu’nun şuuraltı akrabalığı




Madalyonun ön ve arka yüzünde değil ama ne yazı ne de tura gelen ama dik duran tarafı var, şaka gibi ama böyle. İnce kenarındaki resimde CHP ve Kılıçdaroğlu yer aldı.



Referandum mitinglerinde sürekli ve ısrarla gittiği yere göre bazen fındık, bâzen de kayısı fiyatlarından ısrarla bahseden ve “Sen kayısı fiyatlarından haber ver, fındık fiyatlarından haber” diyerek Başbakan’a seslenen Kılıçdaroğlu 1935’lerden fırlamış otoriter bir kurucu cumhuriyet bürokratı gibiydi.



Recep Peker, 1935 yılında TBMM kürsüsünde, Türkiye’de daha çok demokrasi olması lazım geldiği üzerinde nutuk i’râd ederken, o yıllarda da ülkemizde daha çok demokrasi isteyen bir gruba cevap veriyor ve ihtâr ediyordu:     



“Zigana Dağı’nın üzerinde portakal ağacı dikilmez…”.



Yani, siz daha fazla demokrasiymiş, daha fazla özgürlükmüş bu gibi ciddi meselelerle alâkadar olmayın. Bunlar “devlet işleri”dir, siz “hükûmet işleriyle” alâkadar olun, “devlet işleri”ni biz hâl yoluna koyarız, sizin üstünüze vazife değil bunlar demek istiyordu.



HSYK’nın misyonu işte bu ciddi(!) “devlet işleri”nde saklıdır.



HSYK’nın bu misyonunun “devlet işleri” için kâfi ve de vâfi gelmediğine/gelmeyeceğine  ise merhum Adnan Menderes’in yine TBMM’de yaptığı bir konuşma ile  inandılar; “Siz isterseniz hilâfeti bile  geri getirirsiniz” gibi seçilmiş üyeleriyle TBMM’nin gücüne işâret etmek isteyen ama “absürt bir teşbih” ile “teşbihte hata yapan” yapan Adnan Menderes’in bu sözleri hem kendisinin hem de demokrasinin sonunu getirecekti.



27 Mayıs’ta ciddi(!) “devlet işleri”nin ciddi(!) “devlet adamları” darbe yaptılar. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanını ve iki bakanını idâm ettiler ve üzerine tüğ dikerek daha sonra bu “zillet tarihi”ni yıllarca “bayram” olarak kutladılar…



Tabii ihmâl etmediler ve HSYK’nın kefiyetinin kifâyet etmediği alanlardaki gördükleri boşluğu doldurarak Anayasa Mahkemesi’ni ihdâs ettiler, keyfiyetleri aynıydı.



Şunu demek istiyorlardı. Bu millete güven olmaz, bakarsınız ki hilâfeti geri getirecek birilerini sandıktan çıkarabilir. Sandıktan da çıkarsalar biz bu duruma müdâhale edebilmeliyiz, TBMM’den çıkan her kanunu “denetleyebilmeli” ve“iptal” edebilmeliyiz.



Öyle de yaptılar uzun yıllardır. Yüzde doksan üzerinde mutabakat bulunan “üniversitelerde başörtüsü özgürlüğü”Anayasa Mahkemesi engeline ya da tehdidine takıldı. YAŞ Kararları hiçbir yargı denetimine tâbi tutulamadı.



12 Eylül 2010’daki referandumun neticeleri bu durumu “millet lehine” çevirebilecek mi?


Millet için vâr olması gereken devlet ve hukuk gerçekten millet için işleyecek mi?



Bunu bekleyip göreceğiz.



Bu arada elinde şemsiye bulunduran herkesi “paranoyak” olarak görmeyelim, yağmur yağarsa biz sığınacak bir saçak altı ararken ya da ıslanırken paşa paşa, onların şemsiyesine gıpta etmek zorunda kalmayalım…



Hâmiş: Referandumun öncesi ve sonrasında gündemde önemli bir yer teşkil eden ve bir süre daha gündemde“istihdâm edilecek” gibi görünen ve Başbakan’ın bizzat teşekkürlerine muhatap olan “Bağımsız Ülkücüler”(ne demekse) üzerine de yazmak istiyordum. Konu bir sonraki yazıya kaldı.




 

Yorumlar

Güvenlik Kodu

vahiy  insan  şehir  revelation  ahlâk  etik  ethica  nüzhet yalan estetik  metafizik  ebrah doğu  batı  fıtrat  creation  yaratılış  iyilik  kötülük  dürüstlük  eşref-i mahlûkat  kişilik  asâlet  cesâret  vefâ  sadâkat  ihânet  yalan  immoralist  mitoloji  belh’um adâl  aere perennius  antere  genetik  şuur  terbiye  muâşeret  muâşaka  muvâsalat  firâk  zarâfet  letâfet  ferâset  panteon   rolyef  fresk  heykel  portre  gravür   ideal  ülkü  ülkücü   kerbelâ  aşk keşke  cennet  cehennem  araf  âdem  havva  hâbil  kâbil  elma  haz  hayâ  hicap  gurur  hürriyet  adâlet  musâvat  agnostic  akıl  dacret  locig  analytical  antiq  aristokrasi  kûrûn-i vustâ  giyotin  hakikat  hikmet  paradox  dialectic  tenkit  stoa  akademia  logos  logos spermaticos  felâsife  gelenek  hermeneutic  semantic  hint  upanişad  mutezile  ihvân-ı safa  ilk neden   iskenderiye okulu  medinetü’l fâzıla   hürriyet  kölelik  rönesans  ütopya  rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed  kur’ân  endülüs ibn-i rüşd  aristotales  şeyh gâlip  farâbi  platon  sokrat   marcus aurelius  galile  mimar sinan  kirkedard  farabi  ibn-i sina   ibn-i hâldun  kafka  taşköprülüzâde  gazâli  musa cârullah  şemseddin sâmi frasheri  bergson  enver paşa  muhammed ikbal  hayyam  mehmet âkif  yâkup cemil  şems  ibn-i haldun  mevlâna  ali şeriâti  fuzulî  ebu’l âlâ el maarrî  ahmet mithat efendi  cemil meriç  nâmık kemal  ahmed hamdi tanpınar  kemal tahir  yahya kemal  cahid zarifoğlu  dostoyevski  tolstoy  knut hamsun  nietzsche  oğuz atay gogol  albert camus  descartes  herman hesse  puşkin  halil cibran  kaşgarlı mahmut  tevfik fikret  cenap şehabettin  neyzen tevfik  motzart  bach  mahler  tarkovski  suç ve  cezâ   anna karenina  madonna  prag  istanbul  çocuk kalbi  sn. petersburg  soljenitsin  marks  kant  heraklit  hegel  el-hamra  endülüs  kâmus u türkî  redhouse  wagner  kâmus u okyanus  lugat-i fransevî  iliria shqip  meydan larusse  şakâyık-ı nûmâniye  mevzuâtü’l ulûm  abdülkadir merâgi  ıtrî  muhammed esed  michelangelo van gogh  cezanne  rembrand  monet  hoca ali rıza  ulysess gaze  eleni karaindrou  sezen aksu  golha  farid farjad  osman hamdi

Tasarım : ATS