Söz Nâmustur...
“TOUS LES CONTRATS SONT FAITS POUR ÊTRE DÉCHIRÉS, TOUTES LES PROMESSES SONT FAITES POUR ÊTRE OUBLIÉES” (Fransız Deyişi)
(Bütün kontratlar yırtılmak için yapılır, bütün sözler unutulmak için verilir)
“Sözün âfeti yalandır”(Hadis-i Şerif)
“Nâmuslu bir adamın verdiği söz yemin yerine geçer…”(Abdülhak Hâmid)
“Dinler olmasaydı medeniyetler olmazdı” görüşü muteber bir görüştür. İnsanlığın medeniyet nâmına birikiminin dibâcesini dinler ve dinî münderecât oluşturur. Had hudutlarını çizer, ahlâkî öğretilerin ana hatlarını belirler, tâli yolları için târifler verir, formüller sunar. Sosyal münâsebetler alanını tanzîm eder, ölçüleri oluşturur, ahlâkî ve estetik taraflarına dâir önemli düsturlar verir bize.
İyi ve kötü arasındaki mücâdelenin objektif kıstaslarına Resuller aracılığıyla vâkıf oldu insan. Ayıp, ar, hâyâ, utanma, hicap etme, sakınma gibi hasletlerimiz yalnızca “içgüdü” ile izah edemeyeceğimiz şeyler. Bunu hâlen varlığını devam ettiren ilkel kabilelerin yaşayış tarzlarından da te’yid ediyoruz, kaldı ki hayvanlar âlemi ile eşref-i mahlûkâtı birbirinden tefrik eden en mühim fark-ı muhtevî insanın sosyal bir varlık olması ve ahlâkî değerler silsilesine öyle ya da böyle bağlı olarak yaşıyor olmasıdır. Ahlâkî değerler silsilesini de dinî retorikler, ananeler, gelenekler, örf oluşturmaktadır. Her toplumu, kendine has gelenekleri, töreleri ve içtimâî değerleri biçimlendirmekte ve her toplum bu değerler skalası içinde bir hayatı yaşamaktadır. Bu skalanın “dışına çıkanlar” tabii olarak her toplumda bulunmakta fakat, bu “dışına çıkışın”ın hiçbir toplumda meşû kabullenilmediği ve bir şekilde örfe ve hukuka dayalı olarak bir takım müeyyidelere muhatap kılındığı da insanlığın tecrübesi ile tarihî bir vakıadır.
Varlık sebeplerimiz arasında pek çok şey sayabiliriz.
Evvelen kulluk.
Sâniyen fıtrata en yakın bir ahlâk ile hayatı yaşamak.
Felsefenin, hiçbir hâricî etkene bağlı olmaksızın “bizâtihî iyi olmak” diye tanımladığı, dinî birikimin de “fıtrata uygunluk” olarak târîf ettiği insana dair ahlâkî güzellikleri kişiliğimizde taşımak, bizi diğer canlılardan ayıran özelliklerle techiz olmak, eşref-i mahlûkatın şerefini taşımak.
Helâl lokma yemek. Kul hakkından muhafaza olmak. Yetimin hakkını korumak, komşunun hakkını gözetmek. Emânete sâhip çıkmak, sırrı saklamak, yoldaşı yarı yolda bırakmamak. Gıybetten kaçınmak. Su-i zandan sakınmak. Sevmek, hiçbir hesâba müteâllik olmaksızın sevmek. Kendi nefsimiz için istediğimizi “kardeşimiz” için de istemek, paylaşmayı bilmek. Adâletli olmak. Haksızlık karşısında ne ve kim olursa olsun susmamak. Hakk’ın hatırını her şeyden ve herkesten üstün tutmak, hakikate râm olmak. Elinden, dilinden, belinden emîn olunmak. Verdiği sözde durmak, verdiği sözü şerefi ve haysiyeti saymak, inkâr etmemek, yerine getiremeyeceği sözleri vermemek.
Modern dünyânın oluşturduğu tüketim çılgınlığına, insanının bitmek bilmeyen hırslarına ahlâkımızı da kurban vermemek kendimizi koruyacağımız en hassas noktalardan birisi.
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” gibi bir ahlâksızlık teorisi bizim toplumumuzda bunca zaman nasıl yaşadı ise, modernite vicdan rahatlatan yeni drajeler türemekte.
“Ticârette olur böyle şeyler…”
Mazmunu nedir bu sözün, insanı nereye sevk eder ya da sevk ettiği yerde nasıl rahatlatır?
Yâni ticarette tartınız ara sıra doğra tartmasa da olur, yalan yere yeminler etseniz de başınız ağrımaz rahat olunuz.
“Siyâsette olur böyle şeyler…”
Bunu kabûl ettiğiniz ândan itibaren bir kapı aralamış oluyorsunuz ve o kapıdan yalan, dolan, hi’le, desise, fitne, fesat, fücûr, iftirâ, gıybet, zan, dedikodu, haram hücûm ediyor içeriye. Bütün bunları meşrûlaştırmış oluyorsunuz. Koca koca adamlar gözünüzün içine baka baka yalan söyleyeme, iftirâ atmaya, dedikodu yapmaya başlıyorlar pişkin pişkin.
Ne için? Evet ne için?
“Siyâsette olur böyle şeyler…”e inandıkları için.
Yalandan kimse ölmediği için.
“Siyâsette böyle şeyler olmaz…”
Hususî hayatlarımızda “inanan” insanlar olarak “inanıyormuş gibi” yapıp, hususî hayatlarımızda dâvâ adamı, ideal insanı, mücâdele adamı olarak yaşayıp, siyâsetin içinde “zıvanadan çıkmak” gibi bir imtiyâzımız yok. Haram, kötü, yanlış hayatın her ânında düsturdur, her ânını kuşatır, bütün sıfatları kuşatır. “Aynı hata küçük adamda küçük, büyük adamda büyük görünür” diyor Cenap Şehâbettin ‘Tiryâki Sözleri’nde.
Küçük bir çocuğun “ben yapmadım o yaptı” demesi veya bir ergenin “hayır, sigara içmiyorum” demesiyle, koca koca adamların sözlerinden dönmeleri, yalan söylemeleri, verdikleri sözleri inkâr etmeleri aynı şey değildir. Söz ağızdan çıkar, yerine gelmezse o ağza gerisin geriye pislik olarak dolar.
Kişiliği örseler, kişiliğin temsil iddiasındaki tüm makamları örseler, inandırıcılıklarını yitirir. Geriye bir kişilik enkâzı kalır, kimsenin işine yaramaz.
Bizim kültürümüzde kontratlar yırtılmak için değil, uygulamak için yapılır, sözler dönmek veya inkâr etmek için değil yerine getirilmek için verilir. Söz bizim ağzımızdan çıktığı ânda bizi esir alır.
Bizde söz Yûnus’un sözüdür:
“Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı”dır…
Ves-selâm…
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi