Bir Yorgunluk Objesi: Başörtüsü…
Başörtüsü başlıklı bir yazıya “elif” diyerek başlamak gerekse de, başörtüsünün, yâni tesettürün elif’inden başlamanın hiç bir derde devâ olmayacağı, hiçbir sadra şifâ olmayacağı her türlü izahtan vâreste.
Afganistandaki “burka” ile Benâzir Butto’nun başının üzerinden göğsüne sallandırdığı “örtü” ve kendi hâline bırakılmış saçlar arasına sıkışan “tesettür”ün, “elif”inden başlamak da tatvil-i kelâm eylemek, lâfı uzatmaktan öte bir çaba olmayacak.
Tesettür ile alâkalı hangi âyeti hangi hadisi ve hangi tarihî uygulamayı ölçü olarak alırsanız alın, “yandaşlarınız” ve“karşınızdakiler” olacak ve her iki kesim de kendilerine bahse konu ölçülerden deliller getirecekler. İster “burka ve peçe”yi olmazsa olmaz bir tesettür hükmü olarak ortaya koyunuz, ister başın üzerinden göğüslere salınmış bir“başörtüsü”nü, ister günümüz yaygın uygulamalarında olduğu gibi saçların üzerine başörtüsünün rengine mütenâsip bir bone ve bone üzerine başa muhtelif modellerde birkaç iğne ile uygulanmış başörtüsünü ve isterseniz azâd edilmiş saçları koyunuz ortaya, her birisi için mebzûl miktarda hüküm, anlayış, tesettür telâkkîsi ve tarihî uygulama örnekleri bulunacaktır. Bunun anlamı, pek çok meselede olduğu gibi “tesettür” üzerinde de bir ümmet icmâsı bulunmadığıdır. Tarih, kültür, ananeler, gelenekler, estetik anlayışları “tesettür”ü de veya en azından uygulamalarını da çeşitlemiş ve zenginleştirmiştir.
Saçın bir telini dahi göstermemek üzerine binâ edilen bir “tesettür” telâkkîsinin arkasında da önemli bir ulemâ zümresi vardır, “saçın görünmesiyle tesettür arasında alâka yoktur, biz tesettürü böyle anlamıyoruz” diyen telâkkînin arkasında da yine önemli bir ulemâ bir zümresi vardır.
Bu durum, tesettür üzerinde teolojik açıdan bir mutabakatı mümkün olmaktan çıkarmaktadır.
Tesettürün üzerindeki ilâhiyat tartışmaları da artık zaten anlamını yitirmiş, anlamını yitirmese de öncelikli “gündem maddesi” ve öncelikli “hassasiyet merkezi” olmaktan çıkmıştır.
Bugün ülkemizde bir “hamam gürültüsü” şeklinde tartışılan ve artık “tesettür” değil, bir obje olarak“başörtüsü/türban”dır.
Başörtüsü uzun zamandır iki oluklu bir çeşme olarak, bir tarafından iktidar sâkinlerinin diğer tarafından da muhalefet sâkinlerinin politik değirmenine su taşımaktadır. Birilerine iktidar, ikbâl yolunu açmakta, birilerine haddini bildirmekte, kısacası siyâsetin “geçer akçesi” olmağa devam etmektedir.
Zaman geldi, başörtülü kızlarımız, yığın yığın yürüdüler; kafalarını saydırdılar. Yeri göğü inlettiler birkaç gün, kimileri ürktü, kimileri gururlandı seslerinden. Yığın yığın yürüdüler, dualara güzergâh, tevekküle saat tayin ettiler. Bütün seçkinliklerini ve biricikliklerini soyunarak kalabalıklara karıştılar, kalabalık oldular, kalabalık yaptılar... Köşe bucak sakladıkları omuzlarını, haklı mücadelelerinin karanlık kuytularında birbirlerine verdiler. Haksızlığa içerlediler, aşağılanmağa, parmakla gösterilmeğe öfkelendiler, uzun uzun konuştular ve uzun uzun ağladılar. Sert adımlarıyla saçılan ziynetlerini; kurtların inmeğe tenezzül etmedikleri sokaklarda kuşlara yem ettiler. Evlerinin mahremiyetlerinden boşanmış bedenleri, demokrasi âbideleri kesildi meydanlarda. Renkli kartonlarda karikatürleri, esprili dövizleri, bir ağızdan ve ağızdan ağıza söyledikleri şarkıları ve dahi sloganları da oldu. Halay çekememekten doğan eksikliklerini, doğaçlama tiyatrolarla telâfî ettiler. Eylem meydanlarında eğlenmeğe oturdular. Mazlum olmaklıklarının yanındaki tiradları da uzundu, coşkulu konvoyları ve duygulu el-ele eylemleri de. Dünyaya tek bir kazık dahi çakmağa muktedir olmadıklarını idrak ettiler ve ardında da; ‘demokratik hak arama mücadelesi tarihi’ne soylu ve kazınamaz altın çentikler attılar... Bu çentiklerin gururunu tevâzu ile taşımağa giriştiler...
Böyle sürdü gitti bir süre başörtüsü eylemleri...
Ve gün geldi...
Olanlar oldu...
Bütün ezilmişliklerinin, bütün mağduriyetlerinin, bütün yok sayılmışlıklarının hesabını sorabilecek olanların iktidar mürüvvetlerini gördüler, artık rahatlamışlardı, bundan sonrası kolaydı, nasılsa bir yol bulunacaktı, şafak yakındı. Sükût zamanıydı şimdi. Maraza çıkarmanın âlemi yoktu. Hem bu işler öyle kolay değildi. Anayasa Mahkemesi vardı, yargı kastı vardı, medya vardı, CHP vardı, bunları ürkütmeden halledilmesi gerekti bu işin, fazlaca ortalıkta görünmemek lazımdı ki, işler içinden çıkılamaz hâle gelmesindi, aman fincancı katırları ürkmesindi.
Öyle yaptılar.. Sustular, çekildiler, gölge etmediler, rahat bıraktılar… Mesele hallolmuş gibi yaptılar, yeri göğü inletmekten vazgeçtiler, başörtüleri bir süreliğine hayatlarının ve mücâdelelerinin anlamı ve merkezi olmaktan çıkmalıydı, çıkardılar da; ne de olsa yeni iktidar “onlardandı”.
Bu sessizlik sekiz yıl sürdü…
Sekiz yıl içinde hiçbir şey olmadı. Ne bir tek miting, ne bir tek itiraz, ne bir tek isyan, ne bir tek sitem…
Olan çok şey vardı oysa…
Din, câhil, kifâyetsiz ve ihtiraslı tüccarların elinde bir meta, bir ticâret aracına dönüşüyor, sloganlara hapsoluyor, isterik bir teolojik dilin veya kimlik bunalımlarının şifâsı oluyor, başörtüsü köşke giriyor, başbakanlık konutuna giriyor, bakanlıklara giriyor, lakin kampüse giremiyor, “kampus vizesi” alamıyordu. Köşkte, başbakanlıklarda ve bürokrasinin üst merdivenlerindeki başörtülüler ise mutlu azınlıktı, çünkü onlar iktidardı.
Diğer taraftan her türlü estetikten mahrum olarak başörtüsü hızla yayılıyor, estetikten ve tesettürün ahlâkından ve mazmunlarından kendisini azâde etmiş bir biçimde serâpa “siyasallaşarak yayılıyor”, başörtüsü yayıldıkça“tesettürün mazmunları” hayattan elini eteğini çekiyor, ahlâkını da berâberinde götürüyordu. Uğrunda “başörtüsü nâmusumuzdur” diye kavgası verilecek bir tesettürün yerinde yeller esmeye başlıyordu. Varoşlardan eski mahallelere, zengin muhitlerden en marjinal shooping-centerlere, stadyumlardan Tarkan konserlerine kadar nereye baksanız başörtüsü görüyordunuz. Bir bone, üstünde rengârenk başörtüleri, altında dar kotlar, ayaklarda uçuk çizmeler, bitmek bilmeyen rükûşluklar, görgüsüzlükler, işâret parmaklarında mübalaalı yüzükler, piercingler, açık alanlarda serâpa tüttürülen sigaralar, şehirlerin en kalabalık meydanlarındaki banklarında gayet rahatça öpüşmelerle çoğalan bir tesettür ve başörtülüler…
Örtünmeğe seçilenler değil, örtünmeyi seçenler. Ülkenin hâkim sınıfının, iktidârın yanında olduğunu bir başörtüsüyle deklâre endeler, “bende sizdenim, beni de fark edin” demek isteyenler ve birbirini tetikleyen pek çok sosyolojik faktör…
Başörtüsü yayılıyor ve ülke örtünüyor, ama sosyal hayatın tüm mahremleri fâş ediliyor bir taraftan, devlet ya da devletin bâzı hücreleri yeni bir vazifeye atılmış, röntgencilik yapıyor, dinliyor, kaydediyor, izliyor ve yeri geldiğine inandığında birileri ifşâ ediyor, Türkiye bir yandan örtünüyor diğer yandan çıplak ve hayâsız görünüyor…
Ama başörtüsü yayılmaya devam ediyor…
Üniversitelerdeki başörtüsü yasakları mı?
Onların muhatabı sabırla bekliyorlar…
Taa ki referandum sonrasına kadar…
Referandumun neticesi beklenen ve istenen gibi tecellî ediyor. Halk daha fazla demokrasi istiyor, demokrasinin üzerindeki vesâyetin kaldırılmasını istiyor ve “evet” diyor.
İşte tam zamanıydı. HSYK’nın yapısı değişti. Anayasa Mahkemesi’ne yeni üyeler atandı. Hükümetin eli güçlendi, sesi daha gür çıkmaya başladı.
Müzmin yara artık iyileşecek, birbirinden trajik ‘peruklu çözümler’le girdikleri üniversite kapısından artık ellerini kollarını sallaya sallaya hiçbir hakârete uğramaksızın girebileceklerdi artık, gerekli kanun değişiklikleri yapılacaktı, haklarıydı bu, çok sabretmişlerdi.
Çünkü onlar “örtünmeyi” değil “örtünmeğe” seçilmişlerdi.
Sekiz yıllık sükûtları ikrardan gelmiyordu.
Arenaya YÖK Başkanı atladı ya da atıldı, hani o 12 Eylül kalıntısı, bağımsız düşüncenin mâbedi olması lâzım gelen üniversitenin ve ülke demokrasisinin üzerine dikilen “tüğ”ün yani YÖK’ün başkanı arenaya atladı ya da atıldı, arenadaki nefesiz kesilmiş, cılızlaşmış aslanlar biraz ucundan azcıcık dişlesinler diye.
Başörtüsü yine siyasî partiler arasında bir “pinpon topu”na döndü. Tiyatral siyâsî görüşmeler arasında gidip gidip geliyor. Hiç kimse kucağına düşmüş bu kadar kullanışlı ve geçer akçe seçim argümanını boğmak istemiyor, başörtüsü krizine bir koyuyorsunuz her zaman üç almanız garanti çünkü, borsası her zaman tavan yapıyor, kapanın elinde kalıyor hisseleri, kârlı bir yatırım aracı olduğu aptalların bile malûmu.
İktidar “gelin mutabakat yapalım” diyor, “bu milletin meselesi, bu kızlarımız çok acı çektiler, yakışmıyor bu ülkeye bu yasak”.. CHP “tamam, halledelim” diyor ama iktidarın yumuşak karnına yumruk atıyor(niyetleri sahih olmasa da şeklen haklılar) ve başörtüsünün yanına YÖK’ü ilikliyor, “birlikte halledelim” diyor. MHP ise “kabultü heptü” diyor başörtüsüyle ilgili ama “CHP ile anlaşsınlar bir bakalım ortaya ne çıkacak, biz destek veririz” türküsünü söylüyor.
Herkes “yorgunu yokuşa sürüyor”…
İktidar, YÖK Başkanı üzerinden başörtüsünü üniversitenin arka kapısından içeriye çaktırmadan alıyor. Bir anayasal değişiklik, bir kesin, kökten çözümü sağlayacak kanun değişikliği niyetinde değil, en azından seçimden evvel. Yani taşın altında yine kimsenin eli yok. Muhtemel bir iktidar değişikliğinde başörtülüler yine “o kapı”dan geri dönecekler…
Başörtüsü yasağı, bu ülkede bir tek başörtülü kadın bulunmasa da “ahlâksız” bir yasaktır ve kalkmalıdır, tıpkı yıllardır başörtüsü üzerinden devşirilen siyâsî rant gibi “ahlâksız” bir yasaktır.
Ve artık başörtüsü gerçekten, şeksiz şüphesiz, hilafsız, mübâlaasız, tevilsiz, yorumsuz, hiç bir itiraza ihtiyaç duymayacak kadar “siyasallaşmıştır”. Başörtüsü artık ilâhiyatın, teolojinin, âyetin, hadisin bir argümanı değil, siyâsetin ve siyâsetçinin güçlü bir argümanıdır.
Sokakları dolduran başörtülüler ve destekçilerinin yanına ulemâdan bir tek ferdin gelmeye cesaret edemediği, meşayıhtan bir tek ferdin destek açıklaması yapmaya cesaret edemediği, fakültelerin mescitlerinde vakit namazlarını hûşû içinde kıldıktan sonra huzurla derslerine giren “erkek” hocaların bir tekinin bile dünyâ kaygısından kurtulup istifâ ederek yanlarına gidemediği(Ümit Meriç Hanımefendiyi tenzih ederim bir istisnâ olarak) “bu ülke”de başörtüsüne yine hüsran düşüyor. Bugün üniversitelerin arka kapılarından girebilmelerine rağmen, yine hüsran.. yine hüsran düşüyor hissesine…
Ve başörtüsü “bir yorgunluk objesi” olarak televizyon tartışmalarının reytinglerine hizmet ediyor, başörtülüler belgesellerin aborjinleri gibi kanal kanal gezdiriliyorlar; “siz ne düşünüyorsunuz, siz bir İslam cumhuriyeti mi istiyorsunuz, ya ilkokullarda da başlarsa başörtüsü talepleri ne diyorsunuz?” sorularına muhatap kılınıyorlar…
28 Şubat dönemine benzer şeyler oluyor.
“Bugün üniversitelerde başörtüsüne özgürlük isteyenler yarın üniversitelerde ayrı servis otobüsü isterse ne yapacağız?” diye sorulduğunun ertesi günü Konya Belediye Başkanı üniversitelerdeki kız öğrenciler için ayrı servis otobüsü tahsis ediyordu.
Bugün ilköğretimde başörtüsü talepleri taşınıyor gündeme, iktidar cenâhı bir taraftan “provokasyon” diyor bu talebe, diğer taraftan muhalefetin, “ilköğretimde de bu talepler yükselirse ne olacak?” sorusuna “geleceği şimdiden bilemeyiz” diyor.
İlköğretimde okuyan o iki küçük kızın ailesi provokatör müdür bilmiyoruz.
Peki gerçekten ilköğretimde de böyle talepler yükselirse ne olacak?
İşte bu soru hakikaten ilâhiyatçıların kucağında patlayacak bir bomba.
Hangi ilâhiyatçıların?
Ekran düşkünü ilâhiyatçıların içinden çıkabileceği bir mesele değil, onların konuşacakları meseleyi kirletmekten öte bir işe yaramayacak. Bir kısmı, “zinhar” diyecek, diğer bir kısmı “neden olmasın” diyecek.
Bu hususta ciddi ilim ve birikimleri olan akademisyenlerimiz, yani ulemâmız konuşacak mı? Fakülte odalarında, dost meclislerinde “kendi aralarında konuştukları hakikatlerini” topluma da anlatacaklar mı?
Hayır…
Çünkü, kendileri bizzat kurban kesmeyen ve kurban parasını tasadduk eden ulemâmız, ekranlardan tasadduk edilen kurban parasının kurban yerine geçmeyeceğini söylüyorlar, söylemek sorunda kalıyorlar ya da..
Bizim laik kesim mi? Onlar insanlığın müşterek vicdânının lisânıyla konuşmuyorlar zaten, be sebeple bahis dışı onlar…
Galiba bu işi en iyi Nasreddin Hoca çözerdi, “yorgan gider ve kavga biterdi”…
Dursun, Temel’e ikide bir “seni davul edeceğum” dermiş. Temel’in canına yetmiş ve bir gün elindeki bıçakla karnını deşmiş ve “Deştim oni, nasıl davul edecesin pakalum şimdi?” demiş...
“Bu ülke”de bir tek kadın bile başını örtmese başörtüsü yasağı ahlâksız bir yasaktır ve hürriyeti kanunla temin edilmelidir…
Musâ Cârullah, “Hicap Risâlesi”nde, “hicap örtüsünün aslında erkekler için bir ihtiyâç olduğunu” söylerken ne kadar da haklıydı!..
Ves-selâm…
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi