Kim bilir, belki de bu bir naif Kemâlettin Tuğcu hikâyesiydi ve bitti.
Siyâsî hayatımızın bizim için bir tekrardan ibâret olan siyah beyaz kareleri birkaç yıl evvel, “Çemberimde Gül Oya”dizisiyle gözümüzün önüne gelmeye başladı. Fenâ da değildi, “Çemberimde Gül Oya” dizisi.
Diziden haber-dâr olmayanlara haber veriliyordu, “muhakak izlemelisin, sizin dönemlerinizi anlatıyor” deniyordu.
Dizi, dönemin “sahnedekiler”inin dışında izleyenler için nostaljik siyah beyaz karelerden ibâretti hakikaten.
“Aman Allah’ım ne günlerdi, sokağa çıkmaya korkuyordu insan, her gün onlarca insan ölüyordu, gençler birbirini öldürüyordu, çocuklarımız akşam eve gelecek mi diye aklımız çıkardı, komşumuzun oğlu vardı ya hani neydi adı, neydi, amcanın arkadaşıydı hani ya, çok güzel, çok efendi bir çocuktu, hah hatırladım ismi …’di. İşyerine haftalığını almaya giderken vurdular çocuğu. Hatırlıyor musun, vuran da bizim mahalleden çıktı sonra, evlerini yakmışlardı. Allah’tan 12 Eylül oldu da bitti o günler, Allah’ım bir daha gösterme o günleri Yâ Rabbim…”
Kanepelerinde çaylarını yudumlayarak diziyi izleyenlerin dudaklarından yukarıda itakliklediğime benzer güngörmüş(!) cümleler dökülüyordu ülkenin pek çok evinde. Yeni nesil anne babalar, çocuklarına belki daha sıkı sarılıyorlardı diziyi izlerken.
O günlerin kavgasının içinde yer almayan babalar da, tehlikeyi daha o zaman fark ederek, olayların dışında kalmayı becermiş(!) bir âkîl adam pozuyla yeni tavsiyelerde bulunuyorlardı çocuklarına, “aman ha, biz neler gördük, sakın karışmayın bu işlere, sonu yok bu işlerin, okulunuzu okuyun siz”. Çocuğunun heyecanla, “baba seni de gözaltına aldılar mı o zaman, hadi n’olur anlatsana?” sorusu ise can sıkıcı bir soru olarak düşüyordu salonun ortasına âkil(!) baba için, “hayır” diyemiyordu, nasıl desindi, babalar korkak olmazdı, “evet” de diyemiyordu, öyle bir hâtırası yoktu, hatta o dönemin arkadaşlarıyla uzun yıllar görüşmemişti bile. Sokakta görse başını çevirmişti uzun yıllar, ancak cezâevlerinden çıktıktan sonra o arkadaşlara, bir geçmiş olsun denebilmişti, ağız ucuyla “siz çok çileler çektiniz” gibi şeyler gevelenebilmişti. Çocuğa verilecek en iyi cevap, “sen karıştırma oraları şimdi” gibi üst perdeden bir yalandı.
Televizyon dünyası, yapımcılar, seyircinin bereketini fark etti ve sonra “Hatırla Sevgili” düştü ekranlara. Seyirci bir neslin acılarını izlemekten hoşlanmıştı. Reklâm aralarında, bilgiç cümleler kurmayı sevmişti. Kavga eden gençleri yargılamaktan haz etmişti.
“Hatırla Sevgili”, 27 Mayıs’ın ahlâksızlığını, Demokrat Parti ve Adnan Menderes’in trajedisini kesif bir drama olarak verdi. Yassıada savcısına portakal satmayan bir seyyar satıcı sahnesi hakikaten izlenmeye değerdi. Adnan Menderes’in mazlumluğuna dizinin sahnelerinde şâhit olan seyirci o seyyar satıcının tavrıyla kin kustu savcıya, rahatladı. O zamanlar olan bitene ses çıkarmayan, Menderes resimlerini sandıklara saklayan korkak kitleler, “Hatırla Sevgili”nin senaryosuyla lânetler yağdırarak kendilerini iyi hissettiler(!).
Adnan Menderes’in ve iki arkadaşının idam sahneleri heyecanı doruğa taşıdı.
27 Mayıs’ın Allah belâsını versindi.
Sonra…
’70 li yıllar…
Bir tarafta Marksist/solcu gençler, diğer tarafta ülkücüler, kavganın iki tarafı sahnede yerlerini aldılar.
Bir tarafta Deniz’ler, diğer tarafta Muhsin’ler…
Kürşat tiplemesi etrafında ülkücüler, Deniz tiplemesi etrafında solcular…
Ülkücüler ideolojik olarak, kişilik olarak defolu, solcular idealizmin her umdesinin üzerlerinde tecessüm ettiği pırıl prıl gençler.
Oluk oluk kan akıyor, failleri hep ülkücüler.
Ve 12 Eylül…
Bir tarafta darbenin altına ezilen ’78 nesli.
Diğer tarafta, kardeş kavgasını bitiren(!) 12 Eylül, yine darbeyi alkışlayan sağduyu sahibi(!) kitleler, darbeyi alkışlayan necip Türk basını, darbeyi alkışlayan Türk sermayesi, darbeyi alkışlayan Türk aydını(bir kaç istisnâ haricinde)...
Diyarbakır cezâevi.. zulüm, işkence.. insanlığın bittiği yer. Evet, el-hak doğrudur.
Ya Mamak?
Mamak yok…
Mamak’ta olanlar, Mamak’taki işkenceler… İnsanlığın bittiği, insanlığın tükendiği, devletin evlâtlarını yiyerek semirdiği C-5’de olanlar, C-5’de’ki işkenceler?
Yok…
Ekran başındaki izleyici yine müsekkinini alıyordu, “evet 12eylülde’de işkenceler falan olmuş ama, ülkede de kardeş kavgası vardı, bir cumhurbaşkanını bile seçememişlerdi, hatırlasanıza canım” diyorlardı birbirlerine…
Şimdi vizyonda “Öyle bir geçer zaman ki…” dizisi.
Senaryo aynı, yakışıklı, pırıl pırıl, idealist, yardımsever, medenî solcu çocuklar, âdeta ekrandan sevesiniz geliyor, “Tü tü tü,, maşallah, ne güzel gençler” dedirtecek kadar mizansen tipler. Kötü bakışlı, suratsız, meymenetsiz, karaktersiz tiplemeleriyle ülkücüler.
Filistinli bir kız militan tabancasını doğrultuyor ve dört-beş tane ülkücüyü bertaraf ediyor, ülkücüler korkuyorlar ve kaçıyorlar. Ülkücüler kız kaçırıyor, ülkücüler kızı dövüyorlar… Yalan, rezillik diz boyu, mide bulandırıcı.
İçlerinde yalnızca “Hatırla Sevgili”nin senaristi Nilgün Öneş doğruyu söylüyor aslında, “Ben örgütlü soldan geliyorum, ancak bu kadar tararsız olabilirim” diyerek.
Ülkücü câmianın bu dizilerle ilgili şikâyetleri şüphesiz haklı, adâletsizliğe isyan ediyor câmia.
Fakat bu işin bir de çuvaldız tarafı yok mu?
Örgütlü soldan gelen senaristlerden, yapımcılardan, medya patronlarından adâlet beklemek biraz naif kaçmıyor mu?
Elimiz kalem mi tutmuyor, kamera mı tutmuyor, hâfızalarımız mı silindi, yaşadıklarımızı mı içselleştirdik(hımm, bakın selli sallı kelime bile kullandım)parası mı yok câmianın, yapımcı şirketleri mi yok?
Şahlanış geceleri yapmaktan, saçma sapan gözyaşı geceleri düzenlemekten, birliğe çağrı şölenleri yapmaktan, yüksek rakımlı tepelerde kurultay yapmaktan, hareketin bir büyük acı kaybının yaşandığı dağda mehtere kös vurdurmaktan ne zaman vazgeçecek bu câmia?
Kendi içinde birbirini yerken bütün enerjisini sarf eden ülkücüler, bu durumdan şikâyetçi olurken biraz naif kalıyorlar.
Belki gelecek adına söyleyecek sözleri de tükendi, bünyeleri yenilenmiyor, fikir dünyaları yenilenmiyor, yeni enerjiler biriktiremiyorlar.
Kim bilir, belki de bu bir naif Kemâlettin Tuğcu hikâyesiydi ve bitti!..
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi