DDK Raporunun hazin tedâileri üzerine…
Büyük Birlik Partisi özel ismiyle siyâsî hayatına başlayan bir mücâdele, 25 Mart 2009 günü Maraş’ın dağlarında bir helikopterin düşüşüyle kalbinden vuruldu ve mücâdele, liderini, Muhsin Yazıcıoğlu’nu kaybetti. Bu bir trajediydi, bu trajedinin ardından başlayan politik sürecin ismi ise bir komedi. Aslında mevcutlar komedi ile iktifâ etmiyorlar, bir siyâsî soytarılığa soyunmuş durumdalar, teferruatları can sıkıcı ve yazımızın konusu değil…
Büyük Birlik Partisi kadroları, “Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları” olarak anıldılar, kaldı ki, Muhsin Yazıcıoğlu da pek çok konuşmasına, “Ben ve arkadaşlarım…” diyerek başlamış, mücâdelesini anlatırken de hep aynı özneyi telâffuz etmişti,“Ben ve arkadaşlarım…”.
“Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları” öznesi, aslında bir nesli tazammun etti hep. ’78 neslini ifâde ve işâret etti, ’78 neslini ihtivâ etti, kaybedenler neslini…
Fakat, Büyük Birlik Partisi’nin 29 Ocak 1993 tarihinde resmî kuruluşuyla birlikte daha özel anlamlar kazandı “Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları” öznesi. Muhsin Yazıcıoğlu, “ben ve arkadaşlarım” derken geçmişten geleceğe hayalini kurduğu bir ülkenin, bir dünyanın, bir medeniyetin inşâında kendisine ve birbirine inanmış dâvâ arkadaşlarını, mesâi arkadaşlarını tazammun ediyordu ve “ben ve arkadaşlarım” derken Muhsin Yazıcıoğlu, kendisine ve arkadaşlarına duyduğu itimat hissini âşikâr ediyordu hep…
Bütün arkadaşlıklarda olduğu gibi, zaman zaman farklı düşündükleri oldu arkadaşlarıyla. Zaman zaman âteşin tartışmalar da yaşadı arkadaşlarıyla. Çünkü onlar ülkenin ateş çemberinden birlikte geçmişler, ateşin içinden geçmişler, ateşe koşan pervâneler gibi yanmışlar, yanmışlardı…
Gerekirse tekrar yanarlardı, onlardan kim usanasıydı!..
Tekrar hep barêber yandılar aslında… Hiç de âit olmadıkları bir dünyanın, aktif siyâsetin, yani içinde Tanrı’nın yer almadığı kurallar silsilesi olan ve adına zaman zaman reelpolitik denen bir ateşin içinde yandılar...
Yanarken zaman zaman birbirlerini de yaktılar…
Onlar, dostunu üzmektense her gün bin kere yanılmayı tercih eden bir şâhâne tegâfülü öğrenmişlerdi, gönüllü bir gafletti bu onlar için…
Aktif politika, aykırı bir bahçeye kök salmaktı onlar için aslında, kök salamadılar da zaten bu yüzden. Aktif politika, bir kümes hayvanının uçma taklidi gibiydi onlar için, uçamadılar da zaten. Onlar aktif politika denen bu kerih oyunu kurallarınca oynayamazlardı, oynayamadılar da zaten.
Bir süre sonra, Muhsin Yazıcıoğlu’nun arkadaşları, “ben oynamıyorum” dediler. Oyun alanının dışına çıktılar, tribünlerde bile oturmadılar.
“Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları” öznesi yalnızca Muhsin Yazıcıoğlu’ndan ibâret kaldı.
O ândan itibâren Muhsin Yazıcıoğlu, “ben ve arkadaşlarım” demedi hiç. Yalnız kaldığını o da biliyordu. Bu oyunu artık yalnız oynayacaktı, tesâdüflerin sahneye fırlattığı, kareyi tamamlayan birkaç müsâdüfiyn ile birlikte…
O sürecin son sahnesi Maraş’ın dağlarında son buldu, Muhsin Yazıcıoğlu, yurdunun dağlarında buzdan gecelerde, buzların altında Rabbine kavuştu, her şeyi geride bırakarak.
Arkadaşlarını da geride bıraktı…
Ölümü üzerindeki sır perdesi aralanamadı. Ardında bıraktığı resmî kadro süreci yönetmek ehliyetine zaten sahip olmadıkları için, süreci iç kaldıran bir politik mizansene dönüştürdüler.
Peki, Muhsin Yazıcıoğlu’nun “ben ve arkadaşlarım” derken tazammun ettiği arkadaşları 25 Mart 2009 tarihinden itibâren neden bu kadar derin bir sükûta ilticâ ettiler?
Neden?
Yaşadıkları acının neticesi böylesi bir sükûtu tavzih ediyor mu?
Hâdisenin üzerinden geçen bir buçuk yıla yakın bir zaman sonra DDK’nın yayımladığı raporda belirtilen şüpheler, ithamlar, sorular karşısında sürdürülen sessizlik, Muhsin Yazıcıoğlu’nun yalnızlığının devamı anlamını taşımıyor mu?
Muhsin Yazıcıoğlu böylesi bir yalnızlığı hak etmedi.
Buna, dünya âhiret şâhitlik edeceğim…
Her Allah’ın günü sokağa çıktığımda, tanıdığım, tanımadığım herkesin yüzünde, sessizliğimi ve tepkisizliğimi yüzüme vuran ifadeler görüyorum, utanıyorum...
Siz de böyle hissetmiyor musunuz?
Bir şeyler yapmamız gerektiği gibi bir his, sizin de vicdanınızda asılı kalmadı mı?
Bir köşe yazarının yetkililerin istifasını istemesi size de giran gelmiyor mu?
Yeni nesillere Muhsin Yazcıoğlu’nu anlatırken, “Biz, ölümünün ardından köşesine çekilmiş arkadaşları” diye mi tanıtacağız kendimizi? Ya da yeni nesiller, bizden bahsederken, “Muhsin Başkan’ın ardından sessizliğe gömülen arkadaşları” mı diyecekler bizim için?
Bunu biz tâyin edeceğiz!..
Bu satırları sesim bilin ve öylece okuyun…
Bu satırlar, bir mü’min vicdânının samimî bir itirafıdır, bu itirafın imzaya açılmış hâlidir…
İlk imza, bu satırların yazarının imzasıdır. Bu satırların yazarı yanıldığına iknâ olmaya cân-ı gönülden hazırdır, yanılıyorsa da bu yazı tek imzalı olarak terekeme dâhil olacaktır.
Gâlip Abi’ye, Muhsin Başkan’a, İsmail Şimşek’e, Metin Tokdemir’e ve evvel giden cümle ahbâba selâm olsun, Allah’ın rahmeti, mağfireti onlarla olsun..
Hâmiş: Bu yazının muhatabı partinin mevcut genel merkez yöneticileri ve yeni nesiller değildir, yeni nesiller lâyık-ı vechiyle hâtırâsına sahip çıkmakta, çâresizce ve umutla beklemektedirler …
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi