Hicapsız erkekler mâsûm, tecâvüze uğrayan kadınlar muharrik(!)
Bu din düşmanlarından çekmedi, kendisini yanlış anlayanlardan çektiği kadar…(Gazâli)
Hükûmetin tecâvüz suçlarına yönelik gündeme getirdiği “hadım” cezâsı tartışmalarının içinden bir başka münâsebetsizlik sâdır oldu ve “bizim mahalle”nin şuuraltı yine fâş oldu...
Bir ilâhiyat profesörünün yaptığı açıklamalar, tenâsül hayatına ve tecâvüze dâir pek çok marazın da ortaya saçıldığı bu gündemde, meselenin ortasında suçlu olarak yine “tecâvüze uğrayan kadın” vardı.
Mütecâviz olarak erkek karakterin rol aldığı bahse konu tartışma, erkeğin, kadın tarafından tahrik edilen ve bu tahrikler neticesinde “tecâvüz” denilen eylemin faili olduğu, kadının ise bu eylemde muharrik karakter olarak sekizde dört suçlu ilan edildiği bir tarafeyne şâhit oldu.
Kadına, “suçlu ayağa kalk” diyen bakış açısı, erkeği mâruz kaldığı dekolte tahrikinden dolayı bir mütecâviz olarak“anlaşılabilir” ilan etti.
Mesele erkek/kadın ikilisinden ziyâde bir insanlık fukaralığıydı.
Oysa Kur’ân’ın “eşref-i nahlûkat” olarak nitelediği ne bir kadındı, ne de bir erkek, direkt olarak bu hitap insana tevcih edilmiş bir hitaptı.
Ve tecâvüz, mahlûkâtın en şereflisi olarak tanımlanan “insanın” problemiydi aynı zamanda, tıpkı hırsızlık gibi, tıpkı cinâyet gibi...
Tahrik edenin neden hep kadın olduğu sorusu sorulmadı bile, ya da kadının erekler tarafından tahrik
edilip edilmediği.
İlahiyat profesörü kadına hitap etmeyi tercih etti, tecâvüz eden ve tecâvüze uğrayandan oluşan taraflar arasında ve “Sen dekolte giyinirsen bu tür çirkinliklerle(tecâvüzden) karşılaşman sürpriz olmaz. Tahrikten sonra şikâyet etmen makul değil. Elbette işlenen suç son derece iğrençtir. Lakin bu suçun işlenmesinde dekolte ve tahrik edici kıyafetler giyen kadının da etkisi küçümsenemez.” dedi.
Neden öncelikle erkeğe değil de kadına hitap etti ilâhiyât profesörü?
Neden tecâvüz eden erkeğe insanlığın, dinlerin, ahlâkın, edebin, hâyânın prensiplerini hatırlatmayı tecih etmedi de, kadına dekolte kıyafeti dolayısıyla tecâvüze uğradıktan sonra şikâyetçi olmasının “makûl olmadığı”nı ihtar etmeyi tercih etti?
İlâhiyat profesörü içinde yetiştiği ekolün(kendisini tanımıyorum, her neyse bu ekol), beslendiği kaynakların(ne ise bu kaynaklar), tesiriyle yaptı bu açıklamaları. Çünkü detaylı olarak kadına bakış açısıyla ilgili daha vahim fikirleri mevcut kendisinin.
Bu arada, tartışmaya Zaman gazetesi yazarlarından İslamcı entelektüel Ali Bulaç da katıldı bir yazıyla ve şunları yazdı:
“Cinsel açlığın yaygın ve kadına ulaşmanın zor olduğu durumlarda, sürekli olarak uyarılan erkek, -haram gibi normlara sahip değilse- fırsatını bulduğunda kendisini uyaran -tahrik eden- kadına yönelir, rıza ile karşılık bulamazsa duruma göre saldırır. Erkekler günün her saatinde sokakta, televizyon ekranlarında tahrik edilmektedir. Büyük kentler yüz binlerce cinsel yönden cinsel aç bekar ve habire tahrik olmakta olan erkekle doludur. Dekolte kıyafetle erkeğin karşısına geçen kadının erkeği tahrik etmediğini iddia etmek deneysel pratiklerce yalanlanmaktadır.”
İnanılır gibi değil, ama bunları yazdı. Cinsel açlık içindeki erkek, fırsatını bulduğunda kendisini tahrik eden kadına yönelir ve eğer rıza ile karşılık bulmaz ise duruma göre saldırır. Bunun sebebi ise, erkekler sokakta ve televizyon ekranlarında kadın tarafından tahrik edilmektedir. Dolayısıyla kör erkekler, tutuğuna yönelebilir, rıza ile karşılık bulmazsa tecâvüz kaçınılmazdır, kadının hissesine düşen ise bundan zevk almaktır; ilâhiyat profesörüne, Ali Bulaç ve benzerlerine göre.
Bu nasıl bir bakış açısıdır? Bu nasıl bir tahlildir? Bu nasıl bir utanmazlıktır? Bu nasıl bir ahlakî nazariyedir? Bu nasıl bir hastalıktır? Bu nasıl bir marazdır? Bu nasıl bir dinî birikimdir? Bu nasıl bir kadın telâkkîsidir? Bu nasıl bir cinsellik algısıdır? Bu nasıl bir erkek tahilidir? Bu nasıl bir içtimaî analizdir? Bu nasıl bir meşrûlaştırmadır? Bu nasıl bir fıkıh bilgisidir? Bu nasıl bir adâletsizliktir? Bu nasıl bir kadın aşağılamadır? Bu nasıl bir vicdandır, hukuktur?
Bu din ve ahlâk, yalnızca kadına mı iffet yükler? Bu din ve ahlâk yalnızca kadına mı hâyâ giydirir? Bu din ve ahlâk yalnızca kadına mı mesuliyet yükler? Bu din ve ahlâk yalnızca kadın için midir?
Erkek bu mesuliyetlerden müstağni midir?
Erkek, her hâl u kârda cinsel ihtiyaçları ama rıza ile ama tecâvüz ile karşılanması gereken bir kutsal varlık mıdır? Kadın bu kutsal varlığın, yani erkeğin hizmetine sunulmuş bir obje midir?
Tabii ki değildir!...
Üstelik, âdi bir muhafazakârlık tespitinden öte bir anlam taşımayan bir görüşlerin İslâm ile de bir alâkası yoktur.
Büyük İslâm âlimi Musâ Cârullah’ın bir tespitiyle noktalayalım yazımızı ve “bizim mahalle”nin içler acısı hâllerini açığa çıkaran “tecâvüz bahsi”ne bir son verelim. Çünkü korkarım ki, bunun sonunda Hüseyin Üzmez’in bile ağır tahrikten(!) aklanmasına kadar gidecek bu rezâlet.
“Şark toplumlarında hicabın meşrûiyeti hep fite korkusuna bağlandı. Hicab hep bu şekilde öğretile geldi… Fakat fitne nerede? Havada fitne olmaz. Güneşin ışığında, bilginin aydınlığında fitne olmaz. Olsa olsa fitne erkeklerin gözlerinde, kalplerinde yahut dillerinde bulunur. İlle de bir tedbir almak gerekiyorsa erkeklerin gözlerine nikâb, kalplerine âdâb, dillerine cezâ lâzım gelir.(Musa Cârullah)
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi