Telvin Hüsn-ü Hat Sahaf Şiir
Anasayfa > Nizâm-ı Âlem Yazıları > Aslında sen de biliyorsun gerçeği.. Olmuyor.. olmayacak da..

Aslında sen de biliyorsun gerçeği.. Olmuyor.. olmayacak da..


Aslında gerçeği sen de biliyorsun… Her şeyin farkındasın aslında.. Bütün iğretiliğin farkındasın… Bu işte bir gariplik olduğunu sen de adın gibi biliyorsun aslında.. “Ben neresiyim, burası kim?” şaşkınlığı yapışık yüz ifâdelerinin, tamamına. Ses tonundaki bütün yükselmeler, alçalmalar, takındığın tüm tiyatral tavırlar, ezberlediğin tiradlar, vücud dili kullanmak nâmına icrâ ettiğin her şey, ama her şey, oturduğun koltuğun icâbı, usûlü, erkânı, tâdili, tertîbi, edebi, metodu, tarzı değil ve bunu sen de biliyorsun aslında…



Bir acı tesâdüfün fırlattığı sahnede, başlangıçta kendinin bile inan/a/madığı rolünü içselleştirmeye çalışıyorsun. “Kimden neyim eksik?” diyorsun belki de.. “Bendeki kadar kusur kâdının kızında da var” diye de rahatlıyorsundur. Ve sonra kendini inandırmağa çalışıyorsun, “zamanla olur yâ hû!” diyerek.



Aslında sen de biliyorsun gerçeği.. Olmuyor.. olmayacak da..



“Hazıra dağ dayanmaz” demiş atalar.. Sen “hazır”ı tasarruf etmeyi bile bilmiyorsun. O “hazır” ki, zâten neredeyse  pek çok yok’un arasından vâr edilmiş bir “hazır”dı.. O hazır bile emânet duruyor, sen o hazırı bile, zengin bir babanın müsrif, sorumsuz, emek nedir bilmeyen, nasıl kazanıldığını bilmeyen hazır yemeğe alışmış oğlu gibi har vurup harman savuruyorsun. Oysa o baba zengin de değildi, ardında hanlar, hamamlar, kervansaraylar bırakmadı.



Geride bıraktığı tertemiz bir isim ve tertemiz ve bir erkekçe mücâdeleydi. Yokluklar içinde bir adanmışlık ve yokluklar içinde bir millet sevdası bıraktı ardında.. İşte sen bunu har vurup harman savuruyorsun, israf ediyorsun, harcıyorsun, saçıyorsun, hor kullanıyorsun…



İşte sen bu tertemiz ismin ve tertemiz erkekçe, adamca bir mücâdelenin, tertemiz bir arkadaşlığın verdiği onurlu bir kavganın, acı, tatlı, hüzünlü ama tertemiz hatırâların da hakkından geliyorsun, iki paralık ediyorsun…



Aslında sen de biliyorsun gerçeği.. Olmuyor, olmayacak da…



Hoşuna giden şeyler yaşadın bu arada.. İçinden geldiğin yüksek bürokrasi(!)nin en üst mertebeleriyle karşı karşıya oturdun, açtığın telefondaki hattın diğer ucundan devletin en üst mevkilerinin sesini duydun. Rûyalarını bile süsleyemeyecek şeyler yaşadın ve bundan haz aldın…  Bu hazzın sanıyorum anlaşılabilir bir şey, yadırganacak bir tarafı da yok, emîn ol.. Sana yöneltilecek, “Neden bu gibi şeylerden haz aldın?” gibi bir soru abes gerçekten, aktif siyâsetin en anlaşılabilir tarafı bu sanıyorum.. Bu hususta da seni asla suçlamıyorum, hor görmüyorum, tenkit etmiyorum, yalnızca anlamaya çalışıyorum ve sanıyorum anlıyorum seni…



Ama sen de biliyorsun gerçeği.. Olmuyor, olmayacak da..



Bir simülasyon oyununun başındasın, gerçek sanarak oynuyorsun… Hiç bir şey gerçek değil, oyunun kahramanı değildin, oyunun başrollerinde değildin…  Oyunun senaryosunda hiçbir repliğin yoktu. Sadece ve sadece birkaç kez ekranda göründün ve geçtin… Oysa şimdi başında oturduğun simülasyon, o oyunun bir gerçek aktörü olduğuna inandırmış seni. Belki de buna gerçekten kendin de inanmaya başladın. Ya da kendini inandırmanın bir yolunu buldun, rolünü içselleştirmek için. Bu inandırma işinde başarılı olduğunu itiraf etmeliyim, çünkü artık simülasyondan sıyrılıp senaryonun orijinaline kendini ekliyorsun.. Fakat, senaryonun orijinali Atlantis’le birlikte denizlerin dibinde kayıp olmuş değil ki! Senaryonun orijinali arşivde mevcut. Başrollerin hemen tamamı yaşıyor, bir köşede de olsalar yaşıyorlar ve seni üzülerek, acıyarak izliyorlar…



Aslında sen de biliyorsun gerçeği.. Olmuyor.. olmayacak da..



Oynayama çalıştığın rolün, felsefî diline sahip değilsin, siyâsî diline sâhip değilsin, edebî diline sâhip değilsin, tarihî diline sâhip değilsin, sosyolojik diline de sâhip değilsin… Oynamağa çalıştığın rolün, uslûbuna, tâdiline, ekânına da sâhip değilsin…



Ve samimî olarak ifâde etmeliyim ki, bu bir kabahat ve suç değildir.



Yalnızca doğru yerde değilsin, doğru isim değilsin…



Bırak o hâtıralar tertemiz kalsın.. Bırak o hâtıralar takiltleriyle karışmasın, yeni nesiller aslını hatırlasınlar, acısıyla, tatlısıyla, doğrusuyla, yanlışıyla aslını hatırlasınlar, aslını okusunlar..



Niyetim seni incitmek değil inan buna.. Niyetim seni tahfif etmek değil inan buna.. Niyetim seni tezyif etmek değil inan  buna..



Televizyonda izlediğim bir belgeselde sarf ettiğin bir takım sözleri duyunca yazdım bunları. Ne gibi sözlerdir bunlar, buraya yazamayacağım kadar kerih sözler.. Nasıl olup da sarf edilmiştir, hangi psikolojiyle telâffuz edilmiştir, bilmiyorum… Bildiğim bir şey var, sözlerin muhatabı bunları hak etmedi, etmiyor. Atıf yaptığın ve artık ebedî âleme göçmüş, hayatı boyunca iştiyâkiyle yaşadığı sonsuzluğa yani Rabbine kavuşmuş ve “iyliğine” dünyada ve ahirette şâhitlik edeceğimiz insan bu “çalı dibi” jargonunu hak etmiyor.



Bahse konu dönemi en iyi bilenlerden ve hatırlayanlardan birisi olarak, en yakından yaşayanlardan birisi olarak, bahse konu dönemi zamanında yazanlardan birisi olarak ve bahse konu dönemde bir “çalı dibi” jargonuna kurban ettiğin o en sevdiklerimizden olan  insanla en yoğun mesaiyi sarf edenlerden birisi olarak tarihe bir not düşüyorum ki, o uslûp aslâ ve kat’a ona ait bir uslûp değildir. Buna en kadîm ve en yakîn dostları da şâhitlik edeceklerdir ki, o uslûp aslâ ve kat’a ona ait bir uslûp değildir.  O merâmını asla ve kat’â böyle bir uslûpla anlatmadı hayatı boyunca.. Yanında buna benzer lâflar edildiğinde en kibar tepkisi yüzünü buruşturmak ve men etmek olurdu.



Velev ki, böyle bir cümleyi telâffuz etti, velev ki o da öfkesine yenilerek bu tür bir uslûpla mer’amını anlattı ve sen buna şâhitlik ettin. Şimdi oturduğun makam bunu televizyonlarda söylemek hakkını vermiyor sana, bunu ifşâ etmek hakkını vermiyor sana, vermemeli. Senin dilin böyle bir argonun envâi çeşidiyle bezenmiş olabilir, buna diyecek bir şeyim yok, ama bu argonun dilliyle o insanı anlatmaya hakkın yok, böyle bir argoyu o insana mâl etmeye hakkın yok!..



Bunun için ısrarla diyorum, oynayama çalıştığın rolün, felsefî diline sahip değilsin, siyâsî diline sâhip değilsin, edebî diline sâhip değilsin, tarihî diline sâhip değilsin, sosyolojik diline sâhip değilsin, ruhuna da sâhip değilsin.. Oynamağa çalıştığın rolün, uslûbuna, tâdiline, ekânına da sâhip değilsin…



Bu da bir kabahat ve suç değildir, yalnızca doğru yerde değilsin…



Bendeniz, ne oturduğun o makâmın kendisiyle alâkalıyım, ne de o makâmın sana ve mesai arkadaşlarına sağlayacağı nimetlerle alâkalıyım, isterseniz Acem mülküne sultân olunuz, gözümü çevirip bakacak değilim. Lâkin, derdimi anlatabildim sanıyorum sana, bir güzel hâtıralar zamânını bu kadar hor, bu kadar pervâsız, bu kadar uslûpsuz bir şekilde harcaman girân geliyor,  bu iğretilik içimi acıtıyor, hepsi bundan ibâret…



Aslında sen de gerçeği biliyorsun, olmuyor, olmayacak ta…





Yorumlar

Güvenlik Kodu

vahiy  insan  şehir  revelation  ahlâk  etik  ethica  nüzhet yalan estetik  metafizik  ebrah doğu  batı  fıtrat  creation  yaratılış  iyilik  kötülük  dürüstlük  eşref-i mahlûkat  kişilik  asâlet  cesâret  vefâ  sadâkat  ihânet  yalan  immoralist  mitoloji  belh’um adâl  aere perennius  antere  genetik  şuur  terbiye  muâşeret  muâşaka  muvâsalat  firâk  zarâfet  letâfet  ferâset  panteon   rolyef  fresk  heykel  portre  gravür   ideal  ülkü  ülkücü   kerbelâ  aşk keşke  cennet  cehennem  araf  âdem  havva  hâbil  kâbil  elma  haz  hayâ  hicap  gurur  hürriyet  adâlet  musâvat  agnostic  akıl  dacret  locig  analytical  antiq  aristokrasi  kûrûn-i vustâ  giyotin  hakikat  hikmet  paradox  dialectic  tenkit  stoa  akademia  logos  logos spermaticos  felâsife  gelenek  hermeneutic  semantic  hint  upanişad  mutezile  ihvân-ı safa  ilk neden   iskenderiye okulu  medinetü’l fâzıla   hürriyet  kölelik  rönesans  ütopya  rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed  kur’ân  endülüs ibn-i rüşd  aristotales  şeyh gâlip  farâbi  platon  sokrat   marcus aurelius  galile  mimar sinan  kirkedard  farabi  ibn-i sina   ibn-i hâldun  kafka  taşköprülüzâde  gazâli  musa cârullah  şemseddin sâmi frasheri  bergson  enver paşa  muhammed ikbal  hayyam  mehmet âkif  yâkup cemil  şems  ibn-i haldun  mevlâna  ali şeriâti  fuzulî  ebu’l âlâ el maarrî  ahmet mithat efendi  cemil meriç  nâmık kemal  ahmed hamdi tanpınar  kemal tahir  yahya kemal  cahid zarifoğlu  dostoyevski  tolstoy  knut hamsun  nietzsche  oğuz atay gogol  albert camus  descartes  herman hesse  puşkin  halil cibran  kaşgarlı mahmut  tevfik fikret  cenap şehabettin  neyzen tevfik  motzart  bach  mahler  tarkovski  suç ve  cezâ   anna karenina  madonna  prag  istanbul  çocuk kalbi  sn. petersburg  soljenitsin  marks  kant  heraklit  hegel  el-hamra  endülüs  kâmus u türkî  redhouse  wagner  kâmus u okyanus  lugat-i fransevî  iliria shqip  meydan larusse  şakâyık-ı nûmâniye  mevzuâtü’l ulûm  abdülkadir merâgi  ıtrî  muhammed esed  michelangelo van gogh  cezanne  rembrand  monet  hoca ali rıza  ulysess gaze  eleni karaindrou  sezen aksu  golha  farid farjad  osman hamdi

Tasarım : ATS