Aslında sen de biliyorsun gerçeği.. Olmuyor.. olmayacak da..
Aslında gerçeği sen de biliyorsun… Her şeyin farkındasın aslında.. Bütün iğretiliğin farkındasın… Bu işte bir gariplik olduğunu sen de adın gibi biliyorsun aslında.. “Ben neresiyim, burası kim?” şaşkınlığı yapışık yüz ifâdelerinin, tamamına. Ses tonundaki bütün yükselmeler, alçalmalar, takındığın tüm tiyatral tavırlar, ezberlediğin tiradlar, vücud dili kullanmak nâmına icrâ ettiğin her şey, ama her şey, oturduğun koltuğun icâbı, usûlü, erkânı, tâdili, tertîbi, edebi, metodu, tarzı değil ve bunu sen de biliyorsun aslında…
Bir acı tesâdüfün fırlattığı sahnede, başlangıçta kendinin bile inan/a/madığı rolünü içselleştirmeye çalışıyorsun. “Kimden neyim eksik?” diyorsun belki de.. “Bendeki kadar kusur kâdının kızında da var” diye de rahatlıyorsundur. Ve sonra kendini inandırmağa çalışıyorsun, “zamanla olur yâ hû!” diyerek.
Aslında sen de biliyorsun gerçeği.. Olmuyor.. olmayacak da..
“Hazıra dağ dayanmaz” demiş atalar.. Sen “hazır”ı tasarruf etmeyi bile bilmiyorsun. O “hazır” ki, zâten neredeyse pek çok yok’un arasından vâr edilmiş bir “hazır”dı.. O hazır bile emânet duruyor, sen o hazırı bile, zengin bir babanın müsrif, sorumsuz, emek nedir bilmeyen, nasıl kazanıldığını bilmeyen hazır yemeğe alışmış oğlu gibi har vurup harman savuruyorsun. Oysa o baba zengin de değildi, ardında hanlar, hamamlar, kervansaraylar bırakmadı.
Geride bıraktığı tertemiz bir isim ve tertemiz ve bir erkekçe mücâdeleydi. Yokluklar içinde bir adanmışlık ve yokluklar içinde bir millet sevdası bıraktı ardında.. İşte sen bunu har vurup harman savuruyorsun, israf ediyorsun, harcıyorsun, saçıyorsun, hor kullanıyorsun…
İşte sen bu tertemiz ismin ve tertemiz erkekçe, adamca bir mücâdelenin, tertemiz bir arkadaşlığın verdiği onurlu bir kavganın, acı, tatlı, hüzünlü ama tertemiz hatırâların da hakkından geliyorsun, iki paralık ediyorsun…
Aslında sen de biliyorsun gerçeği.. Olmuyor, olmayacak da…
Hoşuna giden şeyler yaşadın bu arada.. İçinden geldiğin yüksek bürokrasi(!)nin en üst mertebeleriyle karşı karşıya oturdun, açtığın telefondaki hattın diğer ucundan devletin en üst mevkilerinin sesini duydun. Rûyalarını bile süsleyemeyecek şeyler yaşadın ve bundan haz aldın… Bu hazzın sanıyorum anlaşılabilir bir şey, yadırganacak bir tarafı da yok, emîn ol.. Sana yöneltilecek, “Neden bu gibi şeylerden haz aldın?” gibi bir soru abes gerçekten, aktif siyâsetin en anlaşılabilir tarafı bu sanıyorum.. Bu hususta da seni asla suçlamıyorum, hor görmüyorum, tenkit etmiyorum, yalnızca anlamaya çalışıyorum ve sanıyorum anlıyorum seni…
Ama sen de biliyorsun gerçeği.. Olmuyor, olmayacak da..
Bir simülasyon oyununun başındasın, gerçek sanarak oynuyorsun… Hiç bir şey gerçek değil, oyunun kahramanı değildin, oyunun başrollerinde değildin… Oyunun senaryosunda hiçbir repliğin yoktu. Sadece ve sadece birkaç kez ekranda göründün ve geçtin… Oysa şimdi başında oturduğun simülasyon, o oyunun bir gerçek aktörü olduğuna inandırmış seni. Belki de buna gerçekten kendin de inanmaya başladın. Ya da kendini inandırmanın bir yolunu buldun, rolünü içselleştirmek için. Bu inandırma işinde başarılı olduğunu itiraf etmeliyim, çünkü artık simülasyondan sıyrılıp senaryonun orijinaline kendini ekliyorsun.. Fakat, senaryonun orijinali Atlantis’le birlikte denizlerin dibinde kayıp olmuş değil ki! Senaryonun orijinali arşivde mevcut. Başrollerin hemen tamamı yaşıyor, bir köşede de olsalar yaşıyorlar ve seni üzülerek, acıyarak izliyorlar…
Aslında sen de biliyorsun gerçeği.. Olmuyor.. olmayacak da..
Oynayama çalıştığın rolün, felsefî diline sahip değilsin, siyâsî diline sâhip değilsin, edebî diline sâhip değilsin, tarihî diline sâhip değilsin, sosyolojik diline de sâhip değilsin… Oynamağa çalıştığın rolün, uslûbuna, tâdiline, ekânına da sâhip değilsin…
Ve samimî olarak ifâde etmeliyim ki, bu bir kabahat ve suç değildir.
Yalnızca doğru yerde değilsin, doğru isim değilsin…
Bırak o hâtıralar tertemiz kalsın.. Bırak o hâtıralar takiltleriyle karışmasın, yeni nesiller aslını hatırlasınlar, acısıyla, tatlısıyla, doğrusuyla, yanlışıyla aslını hatırlasınlar, aslını okusunlar..
Niyetim seni incitmek değil inan buna.. Niyetim seni tahfif etmek değil inan buna.. Niyetim seni tezyif etmek değil inan buna..
Televizyonda izlediğim bir belgeselde sarf ettiğin bir takım sözleri duyunca yazdım bunları. Ne gibi sözlerdir bunlar, buraya yazamayacağım kadar kerih sözler.. Nasıl olup da sarf edilmiştir, hangi psikolojiyle telâffuz edilmiştir, bilmiyorum… Bildiğim bir şey var, sözlerin muhatabı bunları hak etmedi, etmiyor. Atıf yaptığın ve artık ebedî âleme göçmüş, hayatı boyunca iştiyâkiyle yaşadığı sonsuzluğa yani Rabbine kavuşmuş ve “iyliğine” dünyada ve ahirette şâhitlik edeceğimiz insan bu “çalı dibi” jargonunu hak etmiyor.
Bahse konu dönemi en iyi bilenlerden ve hatırlayanlardan birisi olarak, en yakından yaşayanlardan birisi olarak, bahse konu dönemi zamanında yazanlardan birisi olarak ve bahse konu dönemde bir “çalı dibi” jargonuna kurban ettiğin o en sevdiklerimizden olan insanla en yoğun mesaiyi sarf edenlerden birisi olarak tarihe bir not düşüyorum ki, o uslûp aslâ ve kat’a ona ait bir uslûp değildir. Buna en kadîm ve en yakîn dostları da şâhitlik edeceklerdir ki, o uslûp aslâ ve kat’a ona ait bir uslûp değildir. O merâmını asla ve kat’â böyle bir uslûpla anlatmadı hayatı boyunca.. Yanında buna benzer lâflar edildiğinde en kibar tepkisi yüzünü buruşturmak ve men etmek olurdu.
Velev ki, böyle bir cümleyi telâffuz etti, velev ki o da öfkesine yenilerek bu tür bir uslûpla mer’amını anlattı ve sen buna şâhitlik ettin. Şimdi oturduğun makam bunu televizyonlarda söylemek hakkını vermiyor sana, bunu ifşâ etmek hakkını vermiyor sana, vermemeli. Senin dilin böyle bir argonun envâi çeşidiyle bezenmiş olabilir, buna diyecek bir şeyim yok, ama bu argonun dilliyle o insanı anlatmaya hakkın yok, böyle bir argoyu o insana mâl etmeye hakkın yok!..
Bunun için ısrarla diyorum, oynayama çalıştığın rolün, felsefî diline sahip değilsin, siyâsî diline sâhip değilsin, edebî diline sâhip değilsin, tarihî diline sâhip değilsin, sosyolojik diline sâhip değilsin, ruhuna da sâhip değilsin.. Oynamağa çalıştığın rolün, uslûbuna, tâdiline, ekânına da sâhip değilsin…
Bu da bir kabahat ve suç değildir, yalnızca doğru yerde değilsin…
Bendeniz, ne oturduğun o makâmın kendisiyle alâkalıyım, ne de o makâmın sana ve mesai arkadaşlarına sağlayacağı nimetlerle alâkalıyım, isterseniz Acem mülküne sultân olunuz, gözümü çevirip bakacak değilim. Lâkin, derdimi anlatabildim sanıyorum sana, bir güzel hâtıralar zamânını bu kadar hor, bu kadar pervâsız, bu kadar uslûpsuz bir şekilde harcaman girân geliyor, bu iğretilik içimi acıtıyor, hepsi bundan ibâret…
Aslında sen de gerçeği biliyorsun, olmuyor, olmayacak ta…
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi