Telvin Hüsn-ü Hat Sahaf Şiir
Anasayfa > Nizâm-ı Âlem Yazıları > Mevzubahis olan “Bizim Ocak”sa gerisi teferruâttır…

Mevzubahis olan “Bizim Ocak”sa gerisi teferruâttır…




Hüseyin Nihal Atsız, “Anlamayız hayatı felsefeyle, ilimle; Hayat çelik ellerle atılan zar olmalı” derken “yakarış”isimli şiirinin ilk beytinde, şüphesiz ilme ve felsefeye bir lüzumsuzluk atfetmiyordu; muhteşem “oruç beğ tarihi”ni yeni harflere kazandıran Atsız..…



Bir dönemin hayatını “felsefeyle ve ilimle” değil ama delikanlılıkla anlayan, delikanlılıkla yaşayan, delikanlılıkla uğurlayan ülkücüler, hayatın delikanlılıktan ibâret olmadığını,  ya da başka bir ifâde ile delikanlılığı yanlış veya eksik anlayan, delikanlılığı yalnızca gözüpeklik, gözünü budaktan sakınmamak ve er meydanı olarak anlayan ülkücüler, uğrunda delikanlılık yaptıkları ülkelerinin yönetimi için ilme ve felsefeye ihtiyaçları olduğunu anladıkları zaman, açıkçası biraz geç kalmışlardı…



Zor geçen yıllar, cenâze taşımaktan bitâp düşen omuzlar, sol gösterip aynı zamanda sert bir sağ darbe vuran ihtilâlin mağduru olarak yaşanan cezâevi yılları bunu en iyi anladıkları zamanlardı…



Cezâevlerine, mahallenin cesur, gözüpek, bıçkın ve acar delikanlıları olarak girdiler, cezâevlerinde kaldıkları uzun sürelerde düşündüler.. okudular hiç şüphesiz.. Ama kifâyet edecek gibi değildi. Zaten okudukları da kâhir ekseriyetle, ilmî ve entelektüel bir disiplinden mahrum, ortaya karışık paketlenmiş bir malûmatlar külliyâtıydı; dinin bin bir türlü anlama ve yorumlanma biçimleriydi. İslâm tarihi, mezhepler tarihi, fıkıh ekolleri, tefsir ekolleri, tasavvuf ve hadis ekolleri, siyâsî İslâm’ın labirentleri arasında dolaşan okumalardı bunlar, nihâyetinde pek çoğu müebbed aldıracak kadar hukukçu, candan edecek kadar doktor, dinden edecek kadar da âlim oldular.



Fıkhın en ücrâ köşelerindeki, tedâvülden kalkalı yüzlerce yıl olmuş yarım yamalak bilgileri hayatlarına geçirerek, sünnetin en kültürel, en folklorik, en örfî ve en coğrafî unsurlarıyla kendilerini techiz ederek, lisandan ve usûl bilgisinden mahrum olarak elde edilen muhtelif tefsirlerle de devlete ve her türlü sosyal/ekonomik probleme dâir ahkâm kestiler…



En radikal ahkâmı ve raconu da içinden geldikleri harekete kestiler ve tâgutlardan, şâkî imamlardan bahisle kendi mâzilerini/kendi hareketlerini yargılayıp tenkit ettiler, tahkir ettiler, tahfif ettiler, reddettiler ve hükümlerini verdiler.



Oysa böyle olmamalıydı..



İçinden geldikleri hareketin sağlam istinat duvarları vardı. Her şeyden evvel iddialarına istinat kıldıkları koskoca bir târihî birikim, koskoca bir târihî ve ilmî tecrübe, kültürel birikim onların yitik malıydı aslında.



Hemen arkalarında duran “imparatorluğun en uzun yüzyılı”nın canlı, renkli, verimli entelektüel hayatı bile büyük bir külliyât oluşturuyordu, yangın yerinden devleti kurtarmaya çalışanların ortaya koyduğu fikrî performans bile dudak uçuklatacak reddedeydi.



Fakat, yangın yerinden devleti kurtarmaya çalışan “imparatorluğun en uzun yüzyılı”nın yorgun kadrolarının önemli bir farkı vardı, çok iyi bir eğitimleri vardı, lisan bilirlerdi,. Fakat onlar, imparatorluğun bu son kadrolarının yazdıkları hususî mektupların muhtevâsına bile erişemeyecek kadar kötü tahsil görmüş, kötü eğitim almış, hemen hemen hiç birisi kütüphâneli bir evde büyümemiş, hemen hemen hiç birisi herhangi bir sanata temâyül etmemiş, hemen hiç birisi kendi edebiyâtının klasiklerini dahi okumamıştı.



Onlar için fikir demek, soğuk savaş döneminin ideolojik sloganlarından ve faşist Avrupa’nın paradigma artıklarından oluşmuş manifestolar demekti.



Onlar için edebiyât demek, Rus zulmü altında ezilen Türklerin dramalarını anlatan kötü, muhtevâsız ucuz romanlar, kötü şiirler demekti, bâzı güzel şiirleri de katlederek okumak demekti.



Onlar için sanat demek, bağlama çalmak, türkü söylemek ve diriliş/şahlanış gecelerinde motivasyon kazanmaktı..



İddialı başlıklarla ve müstear isimlerle yazılmış içi boş ideolojik kitapçıklar, sokak kavgasının ve sokak savunmalarının oluşturduğu bir hayat tarzı ve günlük konuşma dili,  yüz- bilemediniz yüz elli kelimelik bir jargon, tuzak ve ölüm tehlikesinin oluşturduğu şüpheci karakterler, teşkilatın varlık sebeplerinden bir arada tutunma duygusunun oluşturduğu romantik ve belki en büyük kazanım olan büyük dostluklar, her gün ebediyete yollanan arkadaşların tabutlarını taşıyan yorgun omuzlar, Sovyet tehtidinden kurtarılmayı bekleyen ülkenin ağır meseleleri, ele geçirilecek, mahalleler, sokaklar, üniversiteler, fakülteler, kantinler, liseler, ortaokullar…



Bu fırtına arasında kimsenin kütüphâneye gidecek ne vakti, ne tâkâti, ne hevesi, ne ihtiyâcı vardı! Ve belki gitmeleri de gerekmiyordu, derin okumalar yapmaları da gerekmiyordu belki de, diyalektik bilmeleri, lisan öğrenmeleri, siyasî tarihe vakıf olmaları da gerekmiyordu belki de! Belki de böyle kurgulanmamışlardı ve bütün bunlar gerekmiyordu belki de!..



İttihat Terakkî’ye bir Yakup Cemil kifâyet ederken, onların içinde on tane İttihat Terakkî’nin ihtiyaçlarını karşılayacak kadar Yakup Cemil vardı. İttihat Terakkî’ye bir Talât yeterken, onların içinde Talât’ı suya götürüp susuz getirecek onlarca Talât zekâsı vardı.



Fakat dünya değişiyordu, dünyayla birlikte dengeler de değişiyor, ideolojilerin gözü toprağa bakıyordu.



Ülkücü Hareketin bünyesine kan pompalayan, nabzını arttıran, adrenalin sağlayan, savunma reflekslerini kemâle erdiren komünizm çöküyor, komünizmin kutsal beldesi Moskova, değişim rüzgârlarıyla târûmâr oluyor, komünistlerin gönderileceği bir Moskova’nın yerinde yeller esiyordu. Kremlin Meydanı’nda â’lâ-yı vâlâ gösteriler yaparken ülkedeki komünistlerin gözlerini yaşartan Kızılordu’nın tankları işportada satılmaya başlanmış, Lenin heykelleri, Stalin heykelleri, Enver Hoca heykelleri insanların münâsebetsiz(!) hakâretlerine/hareketlerine mâruz kalarak devriliyor, tankların üzerinde demokrasi nutukları atılıyordu. Kremlin Meydanı’nın komünizmin mâbedi olmak nâmusu paymâl oluyor, elden gidiyordu...



Bütün bunlar 80’ler dediğimiz zaman dilimine sığdı…


‘80’li yıllar dünyayla birlikte Türkiye’yi de köklü değişimlere mâruz bıraktı. Bu değişimlerin(o yıllarda transformasyon deniyordu) başrol oyuncusu da tonton bir adamdı; Turgut Özal..



Özal, siyâsetin “merkez sağ” denilen albenili, şuh, cilveli aşufteyi keşfetmiş ve orayı parsellemişti.“Merkez sağ”ın parselasyonundan “dört eğilim” de hissesini almış, dört eğilimden birisi olan ülkücüler/ MHP’liler de “merkez sağ”ın politik saflarında yerlerini aldılar, safları sık ve düzgün tutular. Cezâevinden çıkan eski MHP’liler(Türkeşçiler), çilesiz, ölüm riski olmadan politika yapmanın zevkini ANAP’ta tattılar. ANAP ile keşfettiler, politikanın aslında ne nimetleri olduğunu.



Dâvâ, ideal, ülkü, mücâdele, kavga, çile, zulüm, hapishane, hücre, işkence, idam gibi kelimeleri literatürlerinden çıkardılar, kötü hâtıraları hafızalarından sildiler ve yeni bir literatür edindiler; para, mevki, makam, mansıp, rüşvet, hayalî ihrâcat, avanta, komisyon gibi.  Bu kavramları o kadar çabuk içselleştirdiler ki Özal bile şaştı bu performansa!..



Çünkü transformasyonun mimarı Özal, “benim memurum işini bilir” diyordu.



Memurun bildiği iş, bürokrasinin ve siyasetin üst mevkileri için çocuk oyuncağıydı, çok kısa zamanda öğrendiler.



Özal, lideri ve kurmay kadroları hâlâ cezâevinde olan ülkücüleri parayla tanıştırdı ve buluşturdu; kısa yoldan, kolayca elde edilen büyük parayla, yani haramla…



Özal, ülkücüleri politik hırs ile tanıştırdı, her türlü katakulliyi, her türlü ayak oyununu en yakın arkadaşına bile oynayabileceklerine inandırdı ülkücüleri, o his ile tanıştırdı.



Özal, ülkücüleri yüzsüzlük ile tanıştırdı, siyasette olur böyle şeyler yüzsüzlüğüyle. Ne olursanız olun, siyasette rezil olmak diye bir şey yoktur hissiyle tanıştırdı.



Özal, ülkücüleri değerler, mefkûreler, idealler dünyasından alıp, popülizm ve rakamlar dünyası ile tanıştırdı. Önemli olan ihracat rakamlarıydı, değerler skalası değil, asıl milliyetçilik hissettikleriniz değil, kaç milyon dolar ihracat yaptığınızdı. Asıl milliyetçilik, vatanın bağımsızlığına,  vatan toprağına sadâkat değil, duble yollara sadâkatti, köprülere, teknolojiye,  iletişim devrimine, lüks ithalat mallarına, gökdelenlere sadâkatti asıl milliyetçilik.




"BİR KASET KOY DA NEŞEMİZİ BULALIM SEMRA HANIM..."




“Bir kaset koy da neşemizi bulalım Semra Hanım..”



Özal, Boğaz Köprüsü’nde kendisinin kullandığı otomobilde hanımı Semra Özal’a böyle demişti ve otomobilin teybinde oynak bir İbrahim Tatlıses türküsü çalmaya başlamıştı, bu oynak türkü eşliğinde oynayanlar arasında ülkücüler de vardı. Ocak başkanlığı yapmış koskoca isimler İstanbul’da birkaç kaldırım ihâlesi için bir dönem Semra Özal’la siyaset yapacak kadar seküler büyüye kapıldılar.  MHP’de bakanlık yapmış, milletvekilliği yapmış, üst düzey görevlerde bulunmuş, 12 Eylül darbesinde tutuklanmış ve Mamak’ta yatmış dâvâ adamları, papatyalarla birlikte siyâset yaptılar.



Geride kalanlara ise verecek bir tek mesajları vardı:



“Bırakın bu işleri, dâvâ mâvâ, ideoloji mideoloji bitti bunlar…”.



Sürüden ayrılanları kurtlar değil, “merkez sağ” kapmıştı..



Geride kalanlar, kaldıkları yerden devam ettiler..




“DURUM MUHASEBESİNE DÜŞMANDAN BAŞLANMAZ…”




Dündar Taşer, “Durum muhasebesine düşmandan başlanmaz” diyordu..



Fakat, ortada ironik bir durum vardı ve ülkücü hareket durum muhasebesine hep düşmandan başlardı..


Bunun bir tek istisnâsı vardı, bu istisnâ “12 Eylül Darbesi”ydi ve ülkücü hareket bu darbeyi“kuruumsal olarak” hiçbir zaman düşman olarak tanımlamayacak, hatta ilerleyen zamanlarda darbede görev yapmış kadroları generalinden, savcısına ve işkencecisine kadar bol miktarda bünyesinde barındırarak, önemli mevkilerde vazife verecekti.



İlk düşman  komünizmdi.. Uzun bir süre muhasebe için mebzûl miktarda argüman sağlamıştı..



Sonra, kaldıkları yerden devam ettikleri süreçte bir 32. Gün proğramında sarf edilen “ne mozayiği ulan!” sözleri yeni düşmanı tanımladı ve durum muhasebesi  yine düşmandan başladı..



Bu yeni düşman da bünyeye iyi geldi aslında.. Bünye büyüdü, sağlığına kavuştu, gürbüzleşti, sistem düzenli işlemeğe, çark düzenli dönmeğe başladı..



Bu sefer de  bir “yol ayrımı”na gebeydi hareket..



Nitelikleri hakkında belki birkaç yıl sonra daha objektif tespitler yapacağımız bir “yol ayırımı”ydı bu..



Bünye ağır hasar aldı. Hayâtî uzuvlar vücûdu terk ettiler. Belki de bünye, hayâtî uzuvlarının bâzılarından sarf-ı nazar etti, vazgeçti.



“Yol ayrmı”nın yolcuları kendi yollarına gittiler, on yedi senelik bir yürüyüş olacaktı bu. (On yedi senenin sonunda Keş Dağ’ında dramatik ve acı bir şekilde sonlanacak bir yürüyüş.. Bu yürüyüşün kaldığı yerden nasıl devam edeceği şimdi meçhûl!. Mevcut, akortsuz, âhenksiz, beceriksiz, kişiliksiz, ilkesiz, liyâkatsiz, hâliyle devâmı anlamlı değil, hakkında bir kelime etmeğe bile değmez aslında.. Fakat, orada da iyiliğin kazanma ihtimâli mahfuzdur, denemeğe değerdir..)



Bu “yol ayrımı”nın harekete mâliyeti henüz hesaplanmamıştır. Bu hesap, bundan sonra ancak tarihî bir spekülasyon olacaktır, bilinen ve görünen odur ki, hareket bütün olarak hâlen bunun da bedelini ödemekte ve cârî açık olarak devam etmektedir.



“Yol ayrımı”ndan sonra hareketin kurucu lideri ve başbuğu, hayatı boyunca bağlı kaldığı istikrârıyla yeni döneme damgasını vurdu. Hükmet organizasyonlarından, yurtdışında Petrosyan ile görüşmelere kadar aktif rol aldı. Eski ihtişamlı günlerine geri döndü. Ve bir karlı günde hayata vedâ etti..



Muhteşem bir cenâze töreniyle uğurlandı..



Kurucu liderin, başbuğun ardından lider seçmek hele de tabii bir alternatif yoksa bunu demokratik yollarla seçmek, demokrasiye fersah fersah uzak iç gelenekler ve iç dinamikler ve dahi kişilikler  için oldukça zordur, bu zorluk o döneme mührünü vurdu. Kürsüler yıkıldı illegalite davetleri yapıldı ve yıkılan kürsünün arkasından Genel Başkan olarak, aslına bakarsanız liderin ölümünden birkaç zaman öncesine kadar kimsenin öngörmediği bir isim, yâni Devlet Bahçeli çıktı. Tuğrul Türkeş saf dışı kaldı, Ramiz Ongun iknâ edildi, Enis Öksüz adaylıktan çekildi. Aslında dönemin içinde önemli rol alanların yazması gereken bir önemli zaman dilimidir bu. …



Başlangıçta işler fenâ da değildi. Akademisyendi, köklü bir aileden geliyordu, muhafazakar(conservativ) bir karaktere sahipti, titizdi, disiplinliydi, portakal sandıklarının arasında ismine rastlanıyordu, sarkık bıyıklı siyah-beyaz fotografları yayınlandı, başbuğ ile yan yana bol miktarda fotografı vardı..



Yanında önemli isimler vardı, Ülkücü isimler.. Bir ümit olarak işe başladılar..



Medya tarafından çok önemsendi. Ne kadar ılımlı, ne kadar demokrat, ne kadar uzlaşmacı olduğu, ne kadar kavgadan hazzetmediği, sokaktan hoşlanmadığı bütün televizyon kanallarında efsane gibi anlatıldı. Pek çok proğrama davet edildi Medya birden bire Devlet Bahçeli hayranı kesilmişti.



Devlet Bahçeli de ideolojilerin o dar ve bâzen çıkmaz sokaklarında aramadı siyâsî ikbâli, o da


“merkez sağ”a tâlipti. O da “merkez sağ”ın câzibesini keşfetmişti.



Fakat, kırk yıllık yahni kâni olmayacaktı, çünkü “merkez sağ”a tâlip olmanın ne denli bir değişim olması gerektiği üzerinde kafa yorulmuş değildi. Soğuk savaş dönemi devlet algısı, soğuk savaş dönemi kişilik oluşumları, soğuk savaş dönemi ideolojik zihin, soğuk savaş dönemi tehdit algıları, soğuk savaş dönemi örgüt yapılanması ile “merkez sağ”a taşınmak  mümkün değildi, olsa olsa “merkez sağ” arazisine bir gecekondu yapmak mümkün olabilecekti ki o gecekondu da uygun görüldüğünde, istenildiğinde elektrikleri, suyu kesilecek ve yıkılacaktı..



“Bir şey değişecek, her şey değişecek” sloganı ile(ki güzel bir slogandı, müellifinin zekâsını saklı tutarak ve teslim ederek yazıyorum) kurgulanan seçim kampanyası belki de hareketin en bereketli seçim kampanyasıydı..



O günlerde bir önemli isim, MHP’nin seçimlerde alacağı oy ile ilgili olarak, “MHP % 18 alacak, yani MHP’yi 18. katta aşağıya atacaklar” demişti, MHP seçimlerde 18.5 aldı, sağlam bir öngörüydü doğrusu..



Geçekten de  “Bir şey değişecek, her şey değişecek”ti.. Eski çamlar bardak olmuştu..



Değişim süratli başladı.. Muhtemel koalisyon kombinasyonları arasından Mesut Yılmaz-Bülent Ecevit-Devlet Bahçeli koalisyonu tanzim edildi..



Dakika bir gol bir, Rahşan Ecevit, “Ben katillerle ortaklı kurmam” dedi. Kavgada söylenmez türden bir açıklamaydı. Dine küfreden de müslüman değildi zaten.. Medyanın “uzlaşmacı lider” olarak te’dip ettiği Devlet Bahçeli, bu hakârete sessiz kaldı, kriz aşıldı. İlk krizi aştıktan sonra ardından gelen krizleri aşmak kolay oldu.. yenildi, yutuldu, gargara yapıldı. Devlet Bahçeli’nin devlet terbiyesi adı altında ambalajlanan tepkisizliği “uzlaşmacı lider” olarak pazarlandı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde,“Bize cumhurbaşkanı adayı göstermemiz söylenmedi” dedi.  Kimse “Kim söylemedi?” diye sormadı. Cumhurbaşkanlığına aday olarak parti disiplinini(!) ihlâl eden Sadi Somuncuoğlu’na töre gereği(!) haddi TBMM bahçesinde bildirildi..



AB uyum yasaları bir bir imzalandı, bir imzasıyla alâkalı olarak, “Ben metnin tamamını görmedim, bana gönderilen yalnızca dokuz(bakın yine dokuz) sayfasıydı” dedi.. Kimse “Bu nasıl iş?” diye sormadı..



“Mecliste Apo’yu asacak 128 tane ip var” dendi. İdamın kaldırılması MHP’ye nasip(!) oldu..



Yüksek rakımlı tepelerde hep absürd açıklamalar yaptı ve en sonunda erken seçim istedi, kimse “Ne oluyor?” demedi. Kimse o konjonktürde meclis aritmetiğinin kendisine sunduğu başbakanlığı elinin tersiyle neden ittiğini sormadı kendisine..



Ve ilk günlerde tedirgin olduğu Milliyetçi Hareket Partisi genel başkanlığı koltuğuna sırtını daha bir güvenle yaslamağa başladı..



O kadar ki, genel başkanlığını borçlu olduğu “yol arkadaşları”ndan önemli birisi için bir sohbette,“Neydi, neydi ya o çocuğun adı?” diye sordu.



Bu psikoloji, artık Devlet Bahçeli’nin kendisinin o göreve Tanrı tarafından özel olarak seçilmiş olduğu hissinin kuvvetlendiği psikolojiydi. Buna günden güne daha fazla inandı, inandıkça başkalaştı, başkalaştıkça daha fazla inandı.. Bu psikolojiyle kendisini efsunlu rakamlara verdi.. Artık vefâ duyması gereken hiç ama hiç kimse yoktu. Vefâ duyulacaksa hareket için özel olarak kurtarıcı gibi gönderilen kendisine vefâ duyulmalıydı, o olmasaydı hareketin hâli nice olurdu. Etrafını da, kurmaylarını da vefâ duymayacağı isimlerle donatmalıydı. Eline kılıcı aldı ve doğradı.. Kendisini bugüne getiren kadroyu kurdu..



Bir sonraki seçimde baraj altı kaldığında “görevi bırakacağını” açıkladı ve bıraktı da. Ama n olduysa oldu ve geri dönmesi için iknâ edildi, ülkenin kendisine  ihtiyacı vardı..



Ne olduysa Devlet Bahçeli’nin tercihiyle oldu.. Her şey onun eseri ya da her şeyin müsebbibi kendisi..



MHP’nin bugün geldiği nokta da yalnızca Devlet Bahçeli’in imzası var. Etrâfından ortaya saçılan bir takım münâsebetsizliklerin de sorumlusu tabii olarak kendisi.. Parti disiplinini çiğneyen Sadi Somuncuoğlu’na meclis bahçesinde haddini bildiren(!) töreyi hukuken en son haddiyle yani ihraç ile harekete geçirecek olan da Devlet Bahçeli, hesabını verecek olan da, siyâsî bedelini  ödeyecek olan da Devlet Bahçeli’dir. Lider olmak böyle bir şeydir zaten, gerektiğinde bedelini ödeyebilmek ve köşesine çekilebilmektir. Bu bir ahlakî tefessühtür, bu tefessühün bedelini de hâdiselerin küçük rolleri değil, büyük sorumluları öder..



Kimseyi kınamıyorum.. Allah kimseyi böyle imtihan etmesin..



Fakat bahse konu olan bir hemşehri derneği değil, kırk yıllık ağır bedeller ödemiş bir siyâsî harekettir, gelecek nesillere lekesiz devredilecek bir tarihî mirastır. Bu sebeple mesele, “kendini bilmez üç beş taraftar herzesi” savunmasıyla geçiştirilebilecek bir mesele değildir.



Ya da tam olarak, yine “durum muhasebesine düşmandan başlamak”la hallolacak bir mesele değildir.



O çirkinlikleri fâş etmek hiç şüphesiz ahlâksızlıktır, suçtur, böylesi çirkinlikleri yaymak da hiç şüphesiz ki çok hususî bir hayatın mahremiyetini ifşâ etmektir ve zinhar câiz değildir. Bunu yapanlar o günahın ortağıdırlar, fazla olarak o günahı yaymak gibi de bir rezilliğin içindedirler.. Evet. aynen böyledir..



Lâkin, devlet adamının, ideal adamının, dâvâ adamının, misyon adamının da ölçüleri olması lâzım gelir. Bu kadar pervâsız, bu kadar ölçüsüz, bu kadar ilkesiz, bu kadar pespâye bir hayat yaşayanların/yaşamak isteyenlerin de kendilerine sıfatsız bir hayat seçmeleri lazım gelir. Taşıdığınız sıfatlar sizi temsil ettiğiniz değerler skalasına ortalama bir vatandaştan daha sıkı hapseder, bu mahpusluğa peşinen razı olmanız gerekir. Aksi taktirde temsil ettiğiniz değerleri ve yapıyı da lekelemiş olursunuz ve işte bu durumu “özel hayat” diye geçiştiremezsiniz..




12 HAZİRAN SONRASI




Sinema tarihinin en önemli filmlerinden Marlon Brando ve Al Paçino’nun devleştiği “The Godfather”filminde bir sahne vardır.



Aileler arası savaşta kritik bir zamandır. Baba Don Corleone(Marlon Brando) oğlu Michale’in(Al Paçino) kulağına eğilir ve:



“Listen, whoever comes to you with this Barzini meeting, he's the traitor. Don't forget that …”


(“Seni barış toplantısına çağıran ve güvenliğini sağlayacağını söyleyen kişi haindir. İlk kim gelirse hain o olacaktır, unutma bunu…”) der...



Bu çirkin malzemeyi servis eden yapıların maksâdının MHP’yi barajın dışına atmakla sınırlı olduğunu düşünmek safdillik olacaktır. Önümüzdeki dönem siyâsetinde “MHP’siz bir TBMM öngörüsü”şeklindeki düşmanlık ciddiye alınacak bir öngörü olmakla birlikte, bahse konu yapının/yapıların maksâdı, MHP’yi yeniden dizayn etmek ise alternatifleri hazır demektir, Devlet Bahçeli’nin son kullanma tarihi bitmiş demektir.



Yani, MHP seçimlerden sonra bir değişim yaşayacaksa, bu değişimin aktörü ve aktörleri kendi evlâtları olmayacaksa veya olamayacaksa bilinsin ki, değişim bu kaset servisi yapısının eseri olacaktır..



Yine “Bir şey değişecek ama hiçbir şey değişmeyecektir” aslında..



Hareketin kurgusunda çok ciddi sıkıntılar vardır. Temel tercihler üzerinde büyük açmazlar vardır.“Merkez sağ” denilen aşûftenin meydan okumalarına cevap verecek bir fikrî kabızlık söz konusudur. Bu fikrî kabızlığı aşması muhtemel kadrolara ise hareketin içinde nefes alma şansı tanınmamaktadır. Ya da onlar bir takım sebeplerle hareketin içinde kendilerini ifade edememektedirler. Her hâl u kârda, ANAP dönemi ile başlayan, şahsî tatmin hisleri ve menfaatleriyle ideallerini takas eden bir ahlâkî çürüme bünyeyi sarmıştır. Rüyâ görmesi adetâ yasaklanan ülkücüler, seküler bir yapıya mahkûm edilmiş, henüz def-i haceti dereye ulaşmamış  yaştaki gençlik daha on sekiz yaşında paraya ve makama nasıl ulaşabileceğinin kısa yollarının hesaplarını yapar hâle getirilmiştir..



İnsanlar geçmişte ortalama bir semt ocak başkanımız hakkında bile konuşurken sözlerine, uslûbuna dikkat ederken, şimdi milletvekilleri bile ülkücülere olmadık laflar edebilecek kadar cüretkâr olabilmektedir. Bu bir saygınlık zedelenmesidir..



Muhtevâ sürekli ıskalanırken, yine soğuk savaş dönemi jargonu ile semboller kutsanmakta, ülkücülük yalnızca politik netice almak üzerine kurgulanmaktadır.



Politik netice, bir sebep değil, sonuçtur; muhtevânız, siyâsetiniz, çözümleriniz, Türkiye projeksiyonunuz, gündem okumalarınız, gelecek tasavvurlarınız, güvenlik stratejileriniz, ekonomik programlarınız, propaganda içeriğiniz, farklı yaş gruplarının problemlerine çözüm önerileriniz, ucuz polemikler yerine sağlam ve muhtevalı iktidar eleştirileriniz, ideallerinizi istinad edinen ama bir yandan da gerçekçi dış poltikanız ve en önemlisi kadrolarınız gibi pek çok unsurun neticesidir, bir gâye değildir..



Bütün bu birikime Ülkücü Hareket sahip midir?



Belki can alıcı soru budur?



Evet potansiyel olarak sahiptir.



Lider ve etrafındaki kadroları bu büyük potansiyeli harekete geçirecek olandır. Âtıl duran ya da başka başka yapılara hizmet ederken faal olan bu enerijiyi Ülkücü Hareket adına  köpürtecek olan lider ve kurmay kadrolarıdır..



Hülasaa, Beşiktaş ancak ve ancak kendi kaynaklarına, kendi evlâtlarına dönerek kurtulabilir. Pahalı yabancı transferlerle varacağı bir yer yoktur, ancak toslayacağı hüsran duvarları müstesnâdır.



Mebzûl miktarda kendi evlâdı vardır. Mesele, yurdun dört bir tarafına dağılmış bu yetişmiş insanları heyecanlandıracak, motive edecek, sahaya çekecek bir câzibe merkezi oluşturmaktır..



Bilinmesi gereken en önemli hususlardan birisi de, ülkücü hareket soğuk savaş nesli kadrolarından ibâret değildir. Sonraki nesiller bu hareketi sürükleyecek, birikime, ideale, enerjiye, ahlâka, gayrete ve  donanıma sahiptirler.



Ülkücü Hareket çâresiz değildir…


Mevzubahis olan “Bizim Ocak” ise gerisi teferruâttır…



Hâmiş: Bu yazıda bana sevgili Eylül Esme Bölücek'in zarif parmaklarıyla icrâ ettiği piyano etüdleri eşlik etti.. Kendisine çok teşekkür ediyor, başarılarının devamını diliyorum..





Yorumlar

Güvenlik Kodu

vahiy  insan  şehir  revelation  ahlâk  etik  ethica  nüzhet yalan estetik  metafizik  ebrah doğu  batı  fıtrat  creation  yaratılış  iyilik  kötülük  dürüstlük  eşref-i mahlûkat  kişilik  asâlet  cesâret  vefâ  sadâkat  ihânet  yalan  immoralist  mitoloji  belh’um adâl  aere perennius  antere  genetik  şuur  terbiye  muâşeret  muâşaka  muvâsalat  firâk  zarâfet  letâfet  ferâset  panteon   rolyef  fresk  heykel  portre  gravür   ideal  ülkü  ülkücü   kerbelâ  aşk keşke  cennet  cehennem  araf  âdem  havva  hâbil  kâbil  elma  haz  hayâ  hicap  gurur  hürriyet  adâlet  musâvat  agnostic  akıl  dacret  locig  analytical  antiq  aristokrasi  kûrûn-i vustâ  giyotin  hakikat  hikmet  paradox  dialectic  tenkit  stoa  akademia  logos  logos spermaticos  felâsife  gelenek  hermeneutic  semantic  hint  upanişad  mutezile  ihvân-ı safa  ilk neden   iskenderiye okulu  medinetü’l fâzıla   hürriyet  kölelik  rönesans  ütopya  rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed  kur’ân  endülüs ibn-i rüşd  aristotales  şeyh gâlip  farâbi  platon  sokrat   marcus aurelius  galile  mimar sinan  kirkedard  farabi  ibn-i sina   ibn-i hâldun  kafka  taşköprülüzâde  gazâli  musa cârullah  şemseddin sâmi frasheri  bergson  enver paşa  muhammed ikbal  hayyam  mehmet âkif  yâkup cemil  şems  ibn-i haldun  mevlâna  ali şeriâti  fuzulî  ebu’l âlâ el maarrî  ahmet mithat efendi  cemil meriç  nâmık kemal  ahmed hamdi tanpınar  kemal tahir  yahya kemal  cahid zarifoğlu  dostoyevski  tolstoy  knut hamsun  nietzsche  oğuz atay gogol  albert camus  descartes  herman hesse  puşkin  halil cibran  kaşgarlı mahmut  tevfik fikret  cenap şehabettin  neyzen tevfik  motzart  bach  mahler  tarkovski  suç ve  cezâ   anna karenina  madonna  prag  istanbul  çocuk kalbi  sn. petersburg  soljenitsin  marks  kant  heraklit  hegel  el-hamra  endülüs  kâmus u türkî  redhouse  wagner  kâmus u okyanus  lugat-i fransevî  iliria shqip  meydan larusse  şakâyık-ı nûmâniye  mevzuâtü’l ulûm  abdülkadir merâgi  ıtrî  muhammed esed  michelangelo van gogh  cezanne  rembrand  monet  hoca ali rıza  ulysess gaze  eleni karaindrou  sezen aksu  golha  farid farjad  osman hamdi

Tasarım : ATS