Lâtin harflerine tercümesi:
Hikâye
"Mektepli Kız"
Galiba o zaman sekiz yaşında idi; fakat bu yaşa mahsûs şâtır tebessümlerden, çocukların nâsiyesini sa‘âdetin kavs-ı kuzahî gibi ihâta eden hâile-i neşveden ‘âri, vakûr, mekîn önündeki hayâli şimdiden görüp düşünüyor zannolunan durgun gözleriyle öyle endişenâk bir hâli vardı ki onu bir ‘âile vâlidesi kadar yaşlanmış, büyümüş farz etdiriyordu. Ona ilk dikkat edişimde bu hissi verdi; ve ne zaman tesâdüfler tekrar etse hep ona bakarken bu hiss-i mülâhazâtıma rehber oluyordu. O mektebine, ben işime giderken hemen her gün tesâdüf etmek mukarrer gibiydi. Şişli’nin yan sokaklarından birinden çıkar Pangaltı’da bir mektebe giderdi. Ben tramvay ile geçerken kalbim, baba kalbim bilemem nasıl rakîk bir his ile gıcıklanır, ve bu uzun sokağın kaldırımlarından küçücük ayaklarıyla sekerek omuzlarından kayışlarla bağlanmış çantasıyla, fakîrâne, annesinin eskilerinden bozularak yapılmış elbisesiyle humûl, mütevekkil yürüyüşünü gördükçe güya baba şefkatin gözlerinden iri iri, sıcak sıcak katreler akıtan bu çocuğu arardım. Nihayet onu sokağın bir tarafında, kalabalığın içinden silinerek, çantasının içine sığmayan cedveli elinde, ince bacaklarıyla, daracık gövdesiyle, mini mini başıyla,iki yaprak arasına gömülecek zan olunan bütün o hurda ve nâçîz kuş vücûdiyle fakat hayat ile cenkleşmek, onun çelikden pençesini kıvırarak parmaklarının yırtıcı çengelleri arasından kendi nasîbini almak lâzım geleceğine şimdiden kanaat etmiş azmiyle ilerliyor. Dâima önüne doğru gidiyor görüyordum, o zaman başımı çevirerek bu çocuk için, yâhud bu çcukda uğraşmağa, çalışmağa,bedbaht doğmuş ve bedbaht yaşamağa mahkûm olan bütün çocuklar için kalbimde bir ukte-i yekâ ile mümkün mertebe onu ziyâde görmeye çalışırdım.
O hiç başını çevirmez, kimseye bakmaz, önüne bir yüklü hamal,bir bozuk kaldırım tesâdüf etdikçe bî-telâş, yolunun üzerinde her türlü mevâni‘e tesâdüf etmek mukarrer olduğuna zaten muntazır haliyle yavaşca bir dâire çizer; ne kasapla kavga eden bir müşterinin gürültüsüne, ne yerde kırılmış tekerlekiyle tramvay hattına devrilen öküz arabasına bakmıyarak, bütün bir etrâfında kaynaşan hayata bîgâne, yalnız kendi hayâliyle, kendi hayatının dertleriyle meşgûl, bulanık bir kül mâîsini andıran gözlerinin içinde o gece ezberlenmiş bir sarf kâidesi yanında Târih-i Mukaddes’den bir sahife kaynaşarak, ne yazın güneşleri, ne kışın karları onu ilerlemekden men‘ edmiyerek, yürür, dosdoğru yürürdü.
Soğuk mevsimlerde, fenâ havalarda onu bir karlı rüzgâr darbesinin önüne düşmüş, yelkenleri parçalanmış kazâzede bir sandal makhûriyetiyle rüzgârların çılgın deverânları arasında elbisesi çırpınıyor, siyah önlüğünün eteği savruluyor görürdüm. Bazen bu ince dalın göğsü rüzgarların hücumâtına mukavemet edemezdi; ayaklarının üstünde döner,elinde cetveliyle savrulan eteklerini zabt etmeye çalışır,muşamba kaplı çantasıyla arkasını rüzgâra vererek sabûrâne beklerdi.
Yalnız şedîd yağmur günlerinde tramvaya binerdi. Kaç kereler ona sokağının başında,serpuşunun altından saçlarının ıslak (…)alnına yapışmış,elinde eski ve küçük şemsiyesiyle tamamen yağmurdan korunamıyarak etekleri, çorapları ıslanmış tramvaya muntazır, tesâdüf ederdim. Acele etmeyerek,kemâl-i sükûn ile cetvelini arabacıya uzatır, tramvayı durdururdu. Şemsiyesini kapar, arabaya tırmanır, içeriye girince büzülecek bir köşe arardı. Bu cihetle tabi‘atlarımız benzerdi; ben de ekseriyet üzere büzülecek bir köşe bulmuş olurdum,onun için mütekâbilen birer köşede bulunmak kışın yağışlı günlerinde sıkça vukû‘ bulan tesâdüflerin bir lütfuydu.
Köşesini bulunca kemâl-i ihtimâmla şemsiyesini dayar, bir omzundan çantasının kayışını çıkararak yükünden kurtulur, daha oturmadan siyah yün eldivenlerde mahpûs parmaklarıyla önlüğünün cebinden şüphesiz tek kuruşunu bularak uzatır,akşam avdetinde yine yağmurun müsâ‘adesizliğine tesâdüf edilecek olursa tekrar çıkarılmak üzere i‘âde olunan yirmi parayı cebine atdıkdan sonra,ancak o vakit yerine otururdu. O zaman ben gözlerimi ondan ayırmazdım. Bu çocuk benim için en rakîk okunacak bir kitap idi. Bir kitâb-ı fakr-ü sefâlet.
Onun bugün hüviyetinden bir zavallılık intişâr eder gibiydi, tercüme’i hâlini,teferru‘ât-ı hayatını hissetmek, bulmak için yerden bir karış yukarıda sallanan fersûde ma‘lûl potinleriyle, lastiklerinden çamurları süzülerek ara sıra ağır, siyâh birer katre-i girye ile ağlıyor zannolunan o bî-çâre yorgun şeylerden başlayarak, kenarları yıpranmış meşmu‘ çantasına,mürekkep lekelerini saklayamıyan siyah önlüğüne, parmaklarının pembe uçları görünen delik yün eldivenlerine kadar her şey’î bir delîl oluyordu; öyle ki bu hayatın hutût-u esâsiyesini bir çok teferru‘âtı ile zihnimde çizmiş, bu çocuk için değilse bile öyle olmağa yakın bir hayat uydurmuş idim.
O oturdukdan sonra çantasını dizlerinin üstüne alır, kapağını kaldırır, yavaş yavaş kitaplarının defterlerinin arasından bir tanesini seçip ayırarak çantasını tekrar kapadıktan sonra kitabını açar,gözleri ba‘zen kitapta, ba‘zen bende dersini ezberlerdi.
Seri‘ bir darbe’i nazarla kitabına, hâfızasından kaçan bir vahşi kelimeye, bir cümle parçasına bakarak hâtırâtı tâzeledikden sonra kitabını göğsüne kapar ve gözlerini bana dikerek- Şüphesiz görmeksizin, bir ufk-u müpheme bakarcasına-ince dudaklarının ufak bir hareketiyle dersini tekrar ederdi.Birden bire dudağının bir burkuluşu,gözlerinde o bulanık mâ’înin bir dalgalanışı olurdu; hâfızasının yine bir ‘isyânına tesâdüf ederek tahattür etmek için gözlerini süzer süzer,tamamen kapardı. Sonra birden ya muzafferâne bir silkinişle gözlerini tekrar bana dikerek devam eder, yâhud bir infi‘âli ‘asabî ile, ‘âdeta düşmanca bir hırpalayışla kitabını kaldırarak dargın dargın o hâfızasından kaçan şeyi arardı.
Bana hiçbir zaman hiçbir zaman bir tebessüm bile etmedi. Bu çocuk gülmek bilmiyordu,galiba kendi felsefesince gülmemek için sebepler bulmuşdu; fakat gözlerimde daima derin bir şefkatin temâs-ı meshûniyle ısınmakdan mütevellid bir itmi’nân nig’ah-ı marsımdan onu tevhîş de etmiyordu.
Ben ona bakarken kendi kendime diyordum ki:
-İşte bir bî-çâre kuş ki hayatında hiçbir lem‘a’i saadet parlamamışa benziyor. Sabahleyin erken gidip akşamları geç avdet eden biridir, eski fistanlarından çocuğuna yeni esvâb çıkarmak için çalışan bir vâlide, bir çocuk ki,bir pederle vâlideye bir saadet olmaktan ziyade onu mahkûm etmeğe mecbûr oldukları mahrumiyetler sebebiyle bilâkis bir acı, sonra da şikâyetsizlikleriyle, sessizlikleriyle daha ziyâde kalplerini uzun bir elem(baskının burası silik veya dizgi hatası var, okunamadı)
Şüphesiz bu çocuk için hayâtı aile zehirliyordu.
Sabahleyin valide kapıda onun çantasını bağlıyor: “Yemeğin içinde!” diyor; bir cerîde parçasına sarılmış biraz söğüş ile bir dilim ekmek, belki iki elma ile biir avuç kuru üzüm koyuyor. Sonra ana kız, biri daha ziyâde verememekten, diğeri çantasının içine konacak başka bir şey bulamamakdan mütevellid soğuk bir bûse ile öpüşüyorlar. Valide sokağını dönünceye kadar çocuğu gözleriyle ta‘kîb ediyor, o köşeyi dönmeden evvel başını bir kere daha çevirmiyor bile, dosdoğru ( 4. SAYFA) yürüyordu; onun evine, pederine, vâlidesine ve hattâ kendisine bu kadar sefîl, bu kadar bîçâre oldukları için kîni var. Bu kîni onun gözlerinde görüyordum; o hiç gülmeyen, hiçbir lem‘a’i tebessümün temevvücüyle parlamayan bulanık gözlerinde. Mektebe biraz kalarak davranırdı; kitabını çantasına kor, kayışları omuzlarına geçirir bir eline şemsiyesini, diğerine cetvelini alır, ayakta bekler ve araba tamamen durduktan sonra yürüyerek inerdi.
Bu çocuk bende kavrulmuş, yanmış bir tomurcuk te’sirini icrâ ederdi,bu tomurcuğun hayât-ı pejmürdesinde bir zaman olacak mıydı ki sînesinden tâze renklerinin neşve’i sa‘âdetiyle gülümseyen bir çiçeğin bahtiyâr, şen yaşamakdan mes‘ûd bir hayatı çıksın?
O zaman ona bir mes‘ûd bir hayât-ı istikbâl düşünürdüm: Bu gülümsemek bilmeyen çocuğun yaşına seksen sene ilâve ederdim; Onu güzelleşdirerek, bütün renksizliklerini ziynetleyerek ince, lâtîf bir genç kız hâline kordum; ve birden güzergâhında tutuşan bir ziyâ ile onun bu lâtîf mâ’î gözlerine handerîz, Ümîd-perver güneşlerden, o mini mini sevdâ güneşlerinden serperdim. O hayâlimin genç kızını nişanlısıyla beraber, kol kola, baş başa görürdüm. Onu bahtiyâr bir âile vâlidesi olarak bulurdum, bu defa kocasıyla beraber, yine kol kola mes‘ûd, dâimâ mes‘ûd, her gün bir gün evvelkinden daha mes‘ûd, baş başa yürüyorlar görürdüm ve artık önlerinde altın saçlarının kıvrımları omuzlarına dökülmüş bir çift çocukları, bir oğlan bir kız, meselâ Bûbû ile Bîbî olacakdı.
Baba kızına: “Bîbî! Önüne bak…..” diyecek, anne oğluna: “Bûbû düşeceksin….” İhtârılarıyla takayyüd edecekdi. Çok sene sonra, bir çok sene sonra, böyle mes‘ûd ve şen tesâdüf etdikçe kendi kendime: “Oh! Ne iyi! Diyecekdim; benim küçük mektepli kız, o gülmek bilmeyen çocuk, şimdi gülmek öğrenmiş” Bu sa‘âdete nefsimi de alâkadâr ‘addederek, bu sa‘âdeti tahayyül etmiş olmakla onun husûlünü teshîl eylemişcesine kendimi tebrîk edecekdim.
* * *
Bir çok sene sonra ona tesâdüf etdim, fakat böyle olmadı. Bir ihtiyar hasta dostumu görmek için hastaneye gitmiş idim. Onun yatağının kenarında oturuyordum, görüşüyorduk.
O hastalığın verdiği titizlikle her şeyden, tabîbden, hastaneden, râhibeden,‘ilâçlardan şikâyet ediyor, sonra yatağından, iyi oturamadığından, şurada arkasından kayan yasdıklardan, şikâyet etdi. Her şeyi bir vesîle’i tazallüm oluyor. Ağlamağla vesîle arayan çocuklara mahsûs huysuzlukla bu ihtiyâr hasta da daha bahs edilecek şikâyet sebepleri arıyordu.
Bir aralık bana – Zile basar mısınız? Dedi.
Zile basdım, bir dakîka sonra genç bir râhibe girdi; bir gölge hiffetiyle yürüyerek…
Hasta şikâyetkâr sesle – Bu yasdıkları düzeltir misiniz? Dedi.
Sesinde öyle bî-insâf bir edâ-yı serzeniş vardı ki ben kalbimde bir ezâ ile gözlerimi râhibenin çehresine kaldırdım.
O tatlı bir tebessümle yaklaşmış idi. Bütün sîmâsı azîm bir ferâğat-ı nefîsenin şa‘şa‘a’i ıtmi’nâniyle parlıyordu.
Birden zihnimde bir hâtıranın şimşekleri çakdı, ve gözlerimin içinde küçük mektepli kızı buldum.
O beni tanımayarak vezîfesiyle meşgûl idi. Hep o tebessüm-ü nûşiniyle yastıkları düzeltiyordu. Gözleri hep o bulanık mâ’î gözlerdi, yalnız bu sefer bu gözlerde ilk defa olarak yeni bir başkalık vardı: Bulanık mâ’î gözler bir tebessümle parlıyordu…
‘Uşşâkîzâde Hâlid Ziyâ
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi