Öpmek İstediğimiz El...
12 Eylül dendiğine hep rahmetli Ömer Lûtfi Mete’nin aşağıdaki şiiri gelir aklıma...
“Kahpe kayışında bileniyor bıçak
Üç ayak
Bir şafak
Celep örfü ahkâm olmuş
Babam kasap vezir
Eloğluna bayram olmuş
Kuzular sağ enir
Üç ayak
Bir şafak
Ahdetmiş babam
babam beni boğazlayacak
Topal tahteravalli hak
Fidyeler takas olmuş
Binilen dala iner nacak
İntihar kısas olmuş
Usûl bitirim
Esas bitirim
Kabul bitirim
Kıyas bitirim
Sarışın değilmişim
Kara kaş, kara göz yasak
Has anadan gelmişim
Öz ocağında öz yasak
Üç ayak
Bir şafak
Birkaç sefil
Gözde nesil
Yırtılan nazlı sancak
Gözüme bağlı mendil
Ben kırk kere İsmail
Babam İbrahim değil
Babam ortada mutlak
Babam adil
Babam katil”
Ülkücülerin ihtilâl karşısında içinde bulundukları ruh hâlini daha iyi anlatacak çok az eser bulunur...
Esasen 12 Eylül’ü bizler için trajedi haline getiren bu şiire sinen ruh hâlidir...
Aynı ruh hâlini Ozan Arif kendi tarzında ifade eder:
“Siz sanmayın el vurdu bana.
Öpmeye kalktığım el vurdu bana.
Bülbül idim bülbül,gül vurdu bana,
O yüzden dertlerim derin bilinir.”
Bizi bütün gruplardan daha fazla etkileyen de budur...
Ebediyen susmasın diye mücadele ettiğin İstiklâl Marşı’nın işkence aracı haline getirildiği, zorla, dayakla, hakaretlerle okutturulduğu bir cezâevi hayatı.. Yıllarca süren bir işkence.. ‘Devlet Baba’nın yıllar süren eziyeti… Ve ‘devlet’ telâkkimizin tepetaklak oluşu…
Diğer gruplar sonuçta kendilerini devlet karşısında ideolojik olarak konumlandırmışlardı... Bütün sol gruplar için devlet zaten düşmandı. Meşhur Konya mitinginde İstiklal Marşı’nda oturan “islamcılar”(!) içinse devlet, ele geçirilip hidayete erdirilecek bir yapıydı. Onlar için muhatap oldukları zulmün bir karşılığı vardı zihinlerinde ve kendileriyle devletin farkını bilmekteydiler...
Biz ülkücüler ise halâ bir yerlerde devlet olduğunu varsaydık durduk... Bütün bunlar göstermelikti, devlet şefkatli yüzünü nasılsa gösterecekti Ülkücülere, bizi devlet düşmanlarıyla bir tutacak hâli yoktu ya..
Çok da uzun sürmedi bu bekleyiş.. Ve ‘devlet’i tanımaya başladık. ‘Devlet’ bizim bildiğimiz devlet değildi, başka bir şeydi. Devlet’in gözünde biz, ‘Devlet’in gücünün devamı ve menfaatleri için her ân gözden çıkarabileceği levâzım kadar kıymetliydik ancak.
Ki Galip Erdem’in “Has Kul” makalesinde, aynı durumun yıllar evvel tecrübe edildiğini gösterilmişti bize ve biz 1944 olaylarını da zaten biliyorduk...
Yani 12 Eylül ‘devlet’in ülkücülere attığı ilk kazık değil...
Ona rağmen ideolojik olarak bunu tedbirinin alınmaması anlaşılır bir mesele değildir...
Ve halen neden sorunu çözemediğimiz de... Hâlen de en ciddi zihnî problemlerimizden birisidir ‘devlet’ kavramı ve bizatihî kendisi le olan hukukumuz.
Bugün yine hâlâ ‘Devlet Politikası’ denilen saçmalıklara bir anlam yüklemeye kalkıyoruz... Arkasında bir hikmet arıyoruz. Vardır kurtaracak baktı kara mâderini diye bekliyoruz.
‘Devlet’in biz demek olduğunu ve bu ‘biz’in ideolojinin içinde yer aldığını idrak edemiyoruz...
Evet ‘devlet’ bizim ideolojik kurgumuz içinde saklı...
MHP Genel Merkezi’nin taranıp Alper’imizin ve Ömer’imizin şehit edilmesini de, Ziraat Mühendisleri Birliği’ndeki vahşeti de devlet politikası sayıp saygı mı duyacağız?!
“Üç beş çapulcu” diye başlayan bugün nerelere kadar geldiğini hep beraber gördüğümüz aymazlığa da ‘devlet politikası” diyerek saygı mı duyacağız?
Başına çuval geçirilen devlet poltikasızlığına mı saygı duyacağız?
Devlet, en azından yazılı kaynaklarda Tanrıkut Mete’den beri takip ettiğimiz bir zihniyettir.
Yoksa, “maaşlı eblehler sürüsü” değil...
12 Eylül, Ülkücüler için henüz muhasebesi bitirilmemiş, hesaplaşılmamış bir açık sayfadır, hatıralarını anlatmakla hesabını görmeyeceğimiz bir açık sayfa.. Bu sayfa açık durdukça hep bir şeyler eksik kalacaktır.
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi