HER EYLÜL YENİDEN DOĞUŞTUR
Şair sanki onları anlatmıştı:
“Bir değirmendeydik
Öğütülen
Öğütülürken türküler söyleyen
Buğday tanelerine benziyorduk”
70’ler...
Türkiye’nin zemheriden başka mevsim görmeyen yılları...
Bir nesil, vatanı için, imanı için, hürriyeti için ölüme koşuyor...
Mehmet Akif’in tabiriyle, Peygamber kucağına koşar gibi...
Mevlana’nın ölümü düğün gecesine benzettiği o mukaddes vuslata doğru...
14’ündeydi Abidinpaşalı Adem, Tokatlı Mustafa Taştangil, 15’inde Balıkesirli Kemal... Sağır-dilsiz Ahmet Sarpkayalar, Kenanlar, Bekirler, Hüseyinler...
Bir iftardan sonra katledilen Ruhi Kılıçkıran’la başladı kervan...
Ümraniye’de beş işçiydi onlar, Adana’da altı öğretmen... Birlikte yürüdüler Hakk’a...
Başı tekmelenerek öldürülen Bilge Özsoy 2, Hamido’nun torunu Selim Bozkurt ise 2,5 yaşındaydı...
Dokuma işçisi Alaattin Gündüz’ün nasibine 27 kurşun düşmüştü... Şehit olduğu gün bir oğlu oldu... Alaattin koydular adını...
Kızı ve karısıyla birlikte şehit edilen Ali Rıza Altınoklar,
Cuma namazı çıkışında bıçaklanarak katledilen Alper Tunga Uytunlar,
Şehadetinden bir gün sonra, evine Hukuk Fakültesi’ni kazandığı haberi gelen Atalay Çakırlar,
Mahkeme kararıyla mezarı açıldığında cesedinin bozulmadığı görülen Hasan Tezerler,
16 yaşında şehit düşen evinin tek oğlu Bekir Çifterler,
Yine ailesinin tek çocuğu Bleda Aybars Tekinler,
Ve binlercesi...
Dünyanın belki de en orantısız savaşının kurbanları oldular...
Fakülte fakülte, sokak sokak, fabrika fabrika komünist işgal yayılıyor, ülke Sovyetler’in kucağına doğru sürükleniyordu...
Sadece ülkücüler vardı direnen... Ödediği ve ödeyeceği bedellerden habersiz, sadece ülkücüler vardı, vücudunu siper eden...
‘Vatanımın ha ekmeğini yemişim, ha uğruna bir kurşun’ diyen ülkücüler, yurdun her tarafına açtıkları ocaklarıyla işgale karşı en güçlü direniş hattını oluşturdular...
Ülkeleri Afganistan olmasın, ezan susmasın, bayrak inmesin diye canlarını sebil ettiler...
Devletin adeta olmadığı o kara günlerde, milletin mukadderatını avuçlarının içinde, kutsal bir emaneti saklar gibi sakladılar...
Ama yalnızlardı...
Her acıda birbirlerine sarıldılar... Her düştüklerinde birbirlerine tutunarak ayağa kalktılar...
Yüzbinlerin coşkun bir sel gibi bir araya toplandığı tarihi Tandoğan mitingi, bütün yok etme çabalarına rağmen, bir ölüp bin dirilen milliyetçi gerçeği beyinlere kazıdı...
Müslüman Türk milleti, emperyalizme karşı savunma hattını MHP saflarında kurmuştu... Türk-İslam ülkücülüğüyle ete kemiğe bürünen tarihi direniş, siyasi arenada da güçlenmeye başlamıştı artık...
Zaferlerler, acılar, dramlar ve provokasyonlar birbirini takip etti...
Artan terörü bir iç savaşa döndürmek isteyen kara güçler, Kahramanmaraş ve Çorum gibi provokasyonları tezgahladılar...
Faili meçhul olaylar birbirini takip etmeye başladı...
Ülke, sanki tarihi henüz belirlenmemiş sinsi bir randevuya doğru çekiştiriliyordu...
Türkiye’nin adım adım darbeye sürüklendiği, bir çok cinayet, faili meçhul olay ve provokasyonun aslında bu darbeye zemin hazırlamak için kullanıldığı bir itiraf sonucu ortaya çıkacaktı...
“Şartların olgunlaşması için bir yıl bekledik”...
Bu sözler dönemin 2.Ordu Komutanı Orgeneral Bedrettin Demirel tarafından darbeden sonra söylenmişti...
Şartların olgunlaşma döneminde, yani son bir yıl içinde üçbine yakın insan öldü... Silahlı saldırı ve çatışma sayısı daha önceki toplamın üç misline ulaştı...
Yoğunlaşan kan ve barut kokusu, kurtarıcı arayışını meşru zemine oturtmak için profesyonelce kullanıldı...
Bir ‘kurtarıcı’ lazımdı, o da pusudaydı...
Artık şartları olgunlaştırma süreci tamamlanmıştı...
‘Kurtarıcı’ sonunda geldi, geldi ama, kervan basan harami gibi geldi...
12 Eylül 1980...
Resmi rakamlara göre 5.953 ülkücü tutuklandı... “Silahlı örgüt kurmak” ve “terörün taraf ve unsurlarından birisi olmak...” suçlamasının muhatabıydı artık ülkücüler...
Kendilerini devletin yerine koymak neymiş öğretilecekti onlara...
Diğer partiler gibi MHP de kapatıldı... Genel Başkan Alparslan Türkeş ve başta Muhsin Yazıcıoğlu olmak üzere Ülkü Ocakları yöneticileri için tutuklama kararı çıkarıldı...
Alparsan Türkeş’in “ancak istila ve işgal altındaki bir millet milliyetçilik yaptığı için suçlanabilir” sözü, o düzmece mahkemeler için hiçbir şey ifade etmeyecekti...
Bundan sonra ülkücüler için ‘zor yıllar’ın yerini ‘namert yıllar’ almıştı...
Vatana ölümüne sadakatin karşılığı, ölümüne işkenceydi Mamak’ta, Hasdal’da, Zincidere’de, Malatya’da ve diğer askeri cezaevlerinde...
‘Denge’ adına ağır işkenceler, insanlık dışı muameleler bekliyordu ülkücüleri...
19 Ağustos 1981’deki ilk mahkemede bütün sanıklar ayağa kalkarak İstiklal Marşı’nı okudular...
Ama bu, İstiklal Marşı için can veren hareketin mensuplarına İstiklal Marşı eşliğinde işkence yapılmasını engellemeye yetmeyecekti!..
MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davası 5 yıl 11 ay 8 gün sürdü... Cuntanın başsavcısı Nurettin Soyer’in 945 sayfalık iddianamesine konu olan mahkemede 333 duruşma yapıldı...
“Asmayacak da besleyecek miyiz?” diyecekti Kenan Evren...
“Bir sağdan bir soldan olacak” diye 8 Ekim şafağında önce Mustafa Pehlivanoğlu’nu astılar denge için... Ardından diğer 8 fidanı...
Hani Ömer Lütfü Mete demişti ya,
“Kahpe kayışında bileniyor bıçak,
Üç ayak
Bir şafak
Celep örfü ahkam olmuş
Babam kasap vezir
El oğluna bayram olmuş
Kuzular sağ enir
Üç ayak
Bir şafak
.......
Bir kaç sefil
Gözde nesil
Yırtılan nazlı sancak
Gözüme bağlı mendil
Ben kırk kere İsmail
Babam İbrahim değil
Babam ortada mutlak
Babam adil
Babam katil”
Cansız bedenler çıktı işkencehanelerden...
Askılar, elektrik vermeler , sürekli coplamalar, küfürler ve işkencenin en adi yöntemleri yıllarca uygulandı...
Bekir Bağ Mamak’ta, işkence altında suçlamaları kabul etti... Ama ondan suçu Mahir Damatlar ve Emir Kuşdemir’in üzerine atması istendi... Kabul etmeyince ağır işkenceler devam etti...
Bekir’in bitkin vücuda daha fazlasına dayanamadı, arkadaşlarının gözü önünde can verdi... 12 Eylül cuntasının cellatları, onun kendini astığı yalanını söylediler...
O akşam A koğuşundaki arkadaşları onun için Yasin okurken başlarına coplar inip çıkıyordu...
Ardından Hasan Alemlioğlu hastalandı... Mamak’ın cellatları hastaneye götürülmesine izin vermeyince, daha fazla dayanamadı ve Hakk’a yürüdü...
Öğretmen Aydın Demirkol ve Mehmet Kanmaz da Malatya’da gözünü kan bürümüş işkenceciler tarafından şehit edildiler...
Hüseyin Kurumahmutoğlu’nun, askerler tarafından başına vurularak şehit edilmesinin sebebi ise başındaki namaz takkesiydi...
Yakınlarından bir haber ümidiyle cezaevi kapılarına gelen ana-babalar da bu bu soysuzluktan nasiplerini aldılar...
Soğuk nizamiyelerde itildiler, kakıldılar, aşağılandılar, coplandılar...
Hüseyin Kurumahmutoğlu, şehit edildiğinde darbenin üzerinden tam yedi yıl geçmişti...
Dile kolay tam yedi yıl...
Bu nasıl bir kin, bu nasıl bir düşmanlıktı ki, yedi yıl süren ağır işkenceler bile bunların öfkesini dindirememişti?
Sözde demokrasiye geçeli dört yıl olmuştu... Ve hala o zulüm kalelerinden cansız ülkücü bedenleri çıkabiliyordu!...
Yine de onlar, cezaevlerini denetlemeye gelen Avrupalı İnsan hakları kuruluşlarına gördükleri kötü muameleyi hiç anlatmadılar... Yedikleri alçakça darbelere rağmen, devletlerini koruma düşüncesiyle, bağırlarına taş bastılar...
“Kan tükürdüler, kızılcık şerbeti içtik” dediler...
Ama 1987’de işkence doruk noktaya ulaşınca, son bir feryatla aileler, Mamak’taki zulmü protesto için Ankara-Sıhhiye’de açlık grevine başladılar...
İliklere kadar işleyen Ankara soğuğunda Necati amcalar, Ekrem amcalar, Hafize teyzeler, Zeycan teyzeler oradaydılar... Yaşlı bedenleriyle direnebildikleri kadar direndiler evlatları için... Onlar da yalnız sayılırlardı... Ne gazeteciler geliyordu yanlarına, ne de insan hakları savunucuları...
Tutuklu yakınları, daha önce tahliye olan ülkücüler, Bizim Ocağın gençleri ve ülkücü vicdandan ibaretti bu eylem... Bir de Allah’ları vardı... Gözler başkalarını da aradı ama onlar yoktu... Kader birliğinden geriye bu kalmıştı demek ki!..
1980’lerin sonuna yaklaştığımızda sivil yönetim artık bu utancı daha fazla taşıyamadı ve askeri cezaevlerinden diğer cezaevlerine tahliyelerin önü açıldı...
12 Eylül 1980...
Bu kara tarihi, üzerinden bir 30 sene daha geçse unutmayacağız...
Yüreğimize çakılı 30 paslı çivi gibi duracak bu tarih hafızamızda...
Onuru alınmış cuntacı ve işkenceciler, kimsenin katılmadığı cenaze törenleriyle, kirlettikleri bu dünyadan bir leş gibi sürünerek çekip giderken, Mustafalar, Selçuklar, Haliller, Ali Bülentler ve diğer ülkü gülleri “onlara ölü demeyiniz” buyuran Allah’ın müjdesiyle yaşamaya devam edecekler...
(Not: Bu yazı, Gönülllerde Birlik Vakfı adına hazırlanan 12 EYLÜL-GÖRÜLMÜŞTÜR adlı belgesel için kaleme aldığım metindir)
Fotograf:
Yukarıdaki Mamak fotografında ayakta duran, idam edilen arkadaşımız Fikri Arıkan'dır ve ilk kez Gönüllerde Birlik Vakfı'nın düzenlemiş olduğu "12 Eylül- Görülmüştür" sergisinde serglenmiştir, ruhu şâd,mekânı cennet olsun...
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi