
BUNLARI İYİ TANIYIN!
Hayır, Apo’yu ipten alan o üçlü toplantıdakilerden söz etmiyorum...
Sıra onlara da gelecek ama, ondan çok daha önce harekete geçen bir medya koalisyonundan, siyasi renkleri farklı da olsa aynı hedefe vuran lobi kardeşlerinin çirkin işbirliğini hatırlatmak istiyorum...
Türkiye’de düzenin işleyişini anlayabilmek için, bunların pozisyonlarını, etkilerini ve rollerini tam tanımlayamadan yapılabilecek her türlü yorum eksik ve yanlıştır...
O gün nasıl bir koalisyon ve dayanışma duygusu içinde hareket edip, bir ekip oyunuyla sonuç aldıkları bugün çok daha net anlaşılıyor...
Bilindiği üzere, 29 Haziran 1999’da mahkeme Abdullah Öcalan’ı idam cezasına çarptırdı...
Bu karar Yargıtay 9. Dairesi tarafından 25 Kasım 1999 tarihinde onaylandı...
Apo’nun avukatı Hasip Kaplan, iç hukuk yolunun tükenmesi üzerine aynı gün infazın durdurulması için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurduklarını açıkladı...
Buraya kadar her şey normal gözüküyor... Oysa hiç de öyle değil...
İnfazın durdurulması için aynı gün Türkiye medyası da harekete geçiyor...
Ve bunu da ‘Türkiye’nin menfaatleri’ adına, ‘kanın durması’ için yapıyor!..
İdamın onaylanmasını takip eden gün çıkan yazı ve yorumlara bir bakalım:
Hürriyet’ten Ertuğul Özkök, idama karşı çıkarken, idamı isteyenleri ‘darağacı üzerinden siyaset yapmak’la suçluyor ve onların ekarte edilip, aklımızla mantığımızla karar vermemizi tavsiye ediyor... Ve şu sözlerle de havucu milletin ağzına doğru uzatıyor: “Bunun sonunda ülkemiz uzun yıllardan beri hakkettiği barışa kavuşur...”
Eh, tamamen ‘gerçekleşmiş’ bu ‘sevilesi’ öngörü Ertuğrul Özkök’le sınırlı değildi...
Yeni Şafak’tan Fehmi Koru’ya göre, “İdam kararının infazı Türkiye’yi dış dünyadan kopartan, içe kapatan bir sonuç verecek, içeride de temel hak ve özgürlükler mücadelesini sakatlayacaktır. Bu tehlikeli bir gelişme...”
Görüldüğü üzere, sağolsun Fehmi Koru da önceliğe ‘memleket’i koymuş, ‘sağduyulu düşünmenin, aklı hislerin önüne almanın zamanı’ olduğunu nasihat etmeden geçememiş!.. Onun da ne kadar doğru analiz yaptığı, memleketi, hak ve özgürlükler mücadelesini nasıl da bir makalede kurtardığı bugün daha iyi anlaşılmış durumda!..
Yeni Şafak’tan Ömer Çelik’i de atlamayalım... Kendisi daha sonra AKP’de yönetici ve milletvekili de oldu... O da, ‘idam kararının infaz edilmesi halinde Türkiye’nin demokratik süreçten dışlanacağı’ tehlikesini milletin gözüne soktuktan sonra şu ültimatomla iddiasını tamamlamıştı: “Öcalan’ın idamı, siyasetin işleme şansını da, Türkiye’nin demokratik kanallarla dünyaya katılma şansını da gömecektir...”
O gün yazılarıyla, bugün ise siyasi ferasetleriyle, terörle mücadele ve demokratikleşme mücadelesini at başı götüren, her daim haklı çıkan bu tiplere milletçe şükran borçluyuz elbette!..
Hürriyet’in kronik CHP’lisi Tufan Türenç, o ince ruhunu yazıya yansıtmış, çocuklarımızı düşünerek idama karşı çıkmıştı... Türenç “Bu idam Avrupa camiasından tecrit edilmemize neden olacaksa, bunun için çocuklarımızın geleceğini feda etmeye değer mi?” diye ikaz etmişti... Şükür ki, bu ikazlar yerini buldu da, çocuklarımız kurtuldu!..
Bugün yakasında CHP rozetiyle gezen yazarımız Oktay Ekşi de, mahkemenin kararına sevinenlere kızmış, onları ’30-40 yıl öncesinin Afrika’sında eline bir beyaz derili insan düşmüş gibi tamtamlar çalarak sevinenler’e benzetmiş, onlara şu aklı vermişti: “Aynı Afrika’nın artık demokrasiyle yönetilmeyi deneyecek düzeye geldiğini görmeli ve kendinizi yamyamların düzeyinden kurtarmalısınız!.."
Apo’nun gül hatırı için acılı yürek sahiplerine ‘yamyam’ diyebilen bu ulusalcı bugün CHP milletvekili...
Ulusalcılara geçmişken Cumhuriyet’ten söz etmezsek olmaz...
Orhan Birgit, ‘Uygar ulusların en azılı caniler için bile artık idam cezası uygulamadığı’nı müjdelemiş, Danyal Oral Çalışlar ise, “15 yıllık büyük acıların ardından, Güneydoğu’da sular durulurken, halk rahatlamışken, ölüm uzaklaşırken, yeni çatışmaları kışkırtacak çatışmalardan uzak durmak gerekiyor” diyerek,
infaz karşıtı lobide sağlam bir yere oturmuştu!.. Şayet bugün sular durulmuşsa, halk rahatlamışsa, ölüm uzaklaşmışsa, yeni çatışmalar olmuyorsa, hiç şüphe yok ki, bunda Danyal Oral Çalışlar gibilerin büyük payı vardır!...
Cumhuriyet’teki koroyu tamamlayan isim ‘büyük kemalist’ Hikmet Çetinkaya olmuştu... İnfazın Türkiye’nin yararına değil, zararına olacağını, Öcalan’ın asılmasının Türkiye’nin demokratikleşmesine darbe vuracağını buyurmuştu...
Milliyet’te monşer Şükrü Elekdağ, “Türkiye’de barış ve huzurun yaşaması için Öcalan yaşamalı” derken, aynı gazeteden Doğan Heper, ‘infazın sadece intikam duygularını tatmin edeceğini, ancak genel ve sürekli çıkara hizmet etmeyeceğini’ yumurtlamıştı...
Milliyet’in duayen ismi Güneri Cıvaoğlu da, olgun gazeteci edasıyla ‘bu duyarlı konuda sağduyumuzu korumamız’ gerektiğini hatırlattıktan sonra, bunun yolunu da göstermişti: “İnsanlarımızın derin acılarını yüreğimizde hissetmeliyiz” demiş ve cümleye ‘ama’ ile devam etmişti... O ‘ama’ da malum...
Aynı gazeteden Taha Akyol, diğerlerine oranla daha düşük dozajlı da olsa aynı eksende yazmıştı... Ona göre, ‘Türkiye’nin iç ahengi ve dış itibarı bunu gerektiriyor’du!..
Doğan grubunun diğer kanattaki temsilcilerinden Radikal, bu konuda lafı eveleyip gevelemeden daha ‘radikal’ dillendirmişti...
Haluk Şahin, ‘duygulardan arınmak, toplumsal sağduyu, akıl ve sükûnet’ gibi klasik edebiyattan sonra, Türkiye’nin bu davayla bir yol ayrımına girdiğini yazmıştı... Bu yol ayrımı da şuydu: “Avrupalı olmak istiyor muyuz, istemiyor muyuz?” Sorduğu bu soruya, yine kendisi bir başka soruyla cevap vermişti: “Kovboy filmlerindeki gibi, ağaca ip fırlatıp Apo’yu sallandırmak doğru mudur?” demiş ve “Sanmıyoruz” diye ilave etmişti...
Anlı şanlı kemalist ve bir o kadar anlı şanlı ulusalcımız Emin Çölaşan’dan da farklı ses çıkmamıştı... Hürriyet’teki köşesinde, “İdamı bin kez hakketmiştir” buyurduktan sonra o da şebekenin diğer elemanları gibi ‘ama’ ile devam ederek, “ülkemizin çıkarları için idam edilmeyebilir”le cümleyi bitirmişti...
Doğan grubunun amiral gemisi Hürriyet bu kampanyanın da adeta amiral gemisi olmuştu... O günlerde Hürriyet’te yazan Fatih Altaylı, kalbinin başka aklının başka şeyler söylediğini ifade ederken, Sedat Ergin’de aynı paralelde yazdığı yazısını şu sözlerle hükümeti korkutarak tamamlamıştı: “Hükümet Öcalan konusundaki adımlarını atarken, Avrupa sistemi içinde kalıp kalmak istemediğine de karar vermek zorundadır!..”
Bu değerlendirmeler adı geçen gazete ve yazarların farklı tarihlerdeki yazılarından derlenmiş değildir... Hepsi, idamın onama kararının verildiği günü takip eden gün, yani 26 Kasım 1999’da yayımlanmıştır...
Kemalist, ulusalcı, cumhuriyetçi, islamcı, solcu, liberal damgalı bir sürü insan, aynı amaç uğruna nasıl bir araya gelmişler ve o üç liderin yapacağı o uğursuz toplantıdan önce nasıl bir kampanyayı harekete geçirmişler?
Dikkat edilirse, hepsi bu iğrenç organizasyonu ‘ülkenin menfaati’, ‘demokratikleşme’, ‘akan kanın durması’, ‘barış ve huzurun korunması’, ‘çocuklarımızın geleceği’, ‘terörün bitirilmesi’ ve ‘Avrupa’yla ilişkilerin devamı’ gibi masum gerekçelere oturtmuşlar... Bugün geldiğimiz noktayla, bu gerekçeleri yanyana koyduğumuzda ne kadar haklı çıktıkları da ortadadır!..
Adeta tek merkezden yönetiliyormuşçasına son derece başarılı bir kampanya yürütülmüştür... Muhtemeldir ki, aynı gerekçelerle, dönemin şartları icabı ilgili ilgisiz her konuda görüş ifade eden, Genel Kurmay Başkanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu da bu konuda garip bir sessizliğe gömülmüştür...
Sonunda iş ‘uzlaşma kültürü’yle şöhret bulmuş olan o‘üçlü’nün önüne gelmiştir... Sonuç ise, üç imzalı bir utanç metni ve infazın durdurulması... Ondan sonrası ise herkesin kendi tabanına yönelik kandırmaca edebiyatı...
O gün, bunun gereğini savunanlar, bugünkü tabloyu savunma pişkinliğine sahip midirler, bilmiyorum... Mesela idam infaz edilseydi, bugünkünden daha beter neler olabilirdi, açıklayabilirler mi acaba?
Karakol baskınlarında çatışmalar başka bir yerden yardım gelmeden 11 saat değil de, 3 gün mü sürerdi?
Ya da, devletin karayolunun yeniden ulaşıma açılması için, yol kesen PKK’lıların kimlik kontrolünü bitirmesini 2 saat değil de, günlerce mi beklemek gerekirdi?
Öğretmenler üçerli beşerli değil de, il milli eğitim müdürlüğü topyekün mü kaçırılırdı?
Sahi daha ne olurdu?
Apo posterleri, İstanbul’un göbeğinde ellerde değil de, Sultanahmet Camii’nin minareleri arasında mı sergilenirdi?
Türk bayrağı, okul bahçesinde filan değil de, törenler eşliğinde TBMM’de mi yakılırdı?
Bir ilçede sivilken arkadan vurulan uzman çavuşların cesetleri yerde sahipsiz biçimde 1 saat değil de, kokana kadar mı dururdu?
PKK’lılar doçkalarla değil, tanklarla mı geliyor olurlardı?
Bugüne kadar iki tugay sayısınca güvenlik görevlisi kaybettik...
Aksi halde kolordu veya ordu mu kaybedecektik?
Şimdi biz bütün bu kârımızı Apo’nun yaşıyor olmasına borçlu olmalıyız herhalde!..
İşte kamuoyu böyle oluşturuluyor... Bu medyanın parmak izlerini her türlüğü pisliğin üzerinde görmek mümkündür... Allayıp pullayıp ölümü bile böyle pazarlarlar adama...
Aynı çevreler şimdi de ‘barış gelsin’ gerekçesini kılıf yaparak başka şeyleri eveleyip geveliyorlar... Eskiden doğrudan PKK’lıların veya onları destekleyen genellikle sosyalist kökenli Avrupalı siyasetçilerin söylediği ve milletçe büyük tepki gösterdiğimiz söz ve tavırlar artık Türkiye içinden geliyor...
BDP otobüsünün üstüne çıkıp zafer işareti yapanlar, devlete silahları susturma, operasyonları durdurma çağrısında bulunanlar, PKK’lılar ‘terörist’ yerine ‘bağımsızlık savaşçısı’ gibi görenler, PKK’nın katlettiği sivilleri hiç görmeyenler, KCK’yı masum bir yapıymışçasına savunanlar, BDP’lilerle görüşmek için turlar düzenleyenler, dünün ‘infaz durdurma lobisi’nin elemanlarından başkaları değilller...
Bu lobi galip geldikçe, galiba biz her gün başka bir Türkiye’ye uyanacağız... Tabii adı Türkiye kalırsa...
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi