AKLA GELMEYEN KÜFÜR NEYİ ANLATIR?
Bizim futbol seyircisinin küfür dağarcığı çok zengindir... Kızdığı rakip futbolcunun ve takımın değer verdiği neyi varsa ona söver... Bunun bir tek istisnası vardır; ırkına sövmek hiç aklına gelmez!..
Aklına gelmez, çünkü genetiğinde böyle bir maraz yoktur... Türk, bir başkasının, elinde olmadan, doğuştan aldığı renkten, dilden veya ünvandan dolayı aşağılanmayı hak ettiğini asla düşünmez...
Bugün UEFA’nın en büyük derdi, Avrupa sahalarının neredeyse tamamında görülen ırkçılıktır... UEFA’nın verdiği cezalara rağmen bu belayla bir türlü başedilemiyor... Önceleri İngiltere, İspanya, İtalya ve Almanya gibi futbol endüstrisinin büyük ülkelerinde görülen ırkçılık, Doğu Bloku’nun çözülmesinden sonra, yabancı futbolculara kapılarını açan bu ülkelerde de görülmeye başladı...
Türkiye’de bugüne kadar bir tek yabancı futbolcu ırkından veya renginden dolayı hakarete uğramamıştır, aşağılanmamıştır... Oysa Batı’da top rakip siyahi futbolcuya geldiğinde topluca maymun sesi çıkarmak bir ara moda halini almıştır...
Daha önce Fenerbahçe’de güle oynaya yaklaşık iki yıl geçiren Roberto Carlos, şimdi Rusya’da maymun çağrışımı yapsın diye sahaya muz kabuğu atan rakip Rus taraftarların saldırıları altında futbol oynamak zorunda... İtalya’da kadrosunda hiç siyah futbolcu bulundurmamakla övünen futbol takımları var... Fransa’da siyahi futbolcuların milli takımlarda daha az yer alması için gizlice yürütülen bir altyapı operasyonu ortaya çıkarıldı... İngiltere sahalardaki ırkçılığın anavatanı gibi...
‘No to racism’i Şampiyonlar Ligi’nin sloganı haline getiren ve maçların oynandığı stadlara mecburen astıran UEFA’nın yağdırdığı cezalar ırkçılığı sahalardan uzaklaştırmaya yetmiyor... Sadece siyahlar değil, melezler, Kuzey Afrika kökenliler ve Batılı olmayan diğer milletlerin mensupları da bu aşağılamadan nasiplerini alıyorlar...
İşte Türk milletinin farkı bu... Eğitimle veya caydırıcı yasalarla gelinmemiştir bu noktaya... Doğal halidir bu onun... Tribünleri bir laboratuvar gibi görürsek, ırkçılığın bizim kültürümüze ne kadar uzak olduğu bir kere daha anlaşılır... Türk milliyetçiliğini bir sistematik haline getiren ve onun fikir babası sayılan Ziya Gökalp,‘millet’in ‘kültürel birliğe dayalı terbiye’ tarafına vurgu yapar ve ‘ırk’ı ‘zoolojinin alanındaki biolojik bir terim’ olarak bırakır...
Van depremi üzerine yapılan spekülasyonlar ‘ırkçılık’ kavramını yeniden tartışmaya açtı... Sosyal medyada daha çok sahte profillerle yapılan ‘öteleyici’ ve ‘sevinç ifade edici’ propagandalar abartılarak sunuldu... Bunu sorumsuzca gazetedeki köşelerine ve televizyonlara aktaranlara, Batı basını ve PKK uzantıları da eklendi... Çok küçük bir azınlığın yaygarası, adeta genelleşmeye yol açıyormuş gibi sunuldu...
Oysa Türklük bambaşka bir şey... Biz Çanakkale’de düşmanımıza su verirken, savaşta esirlere ve sivillere nasıl davranılacağını kurallara bağlayan Cenevre Sözleşmesi’nin imzalanmasına daha 35 yıl vardı... İşte Türk milleti insanlığın bu kadar önünde gitti... Kaldı ki, o Cenevre Sözleşmesi’ne diğer milletlerin ne kadar sadık kaldığı da çok şüpheli...
Şayet Türkler ırkçı olsaydı, o ırkçı karakterle, keskin kılıçla donanmış kudret bir aradayken, Balkanlar’da Yunan veya Sırp’ın kendisi değil, tavuğu bile kalmazdı... Bir felaketi veya acıyı tanımlarken kullanılan “Allah düşmanıma bile vermesin” sözü zannediyorum Türkçe’den başka hiçbir dilde yoktur... Felaketi düşmanına bile reva görmeyen bu müşfik millet, Van’a, Erciş’e sevinebilir mi?
Bölgeyi tamamen PKK’lı sayan ve onların başına geleni ‘ilâhi ikaz’ olarak değerlendirenlere en iyi cevabı, daha on gün önce eşini Güroymak’taki bombalı saldırıda kaybeden şehit eşi vermiş olmalıdır... O kendi acısı dinmemişken ve Erciş’e yardım toplamaya çalışırken, perde gerisinden düşmanlık kaşıyanlar bu ülkeye yine kötülük etmeye yeltendiler... O şehit eşinin yaptığını dünyada Türk’ten başka kaç milletin evladı yapabilir?
Bazen acılar ve felaketlerdir toplulukları ‘millet’leştiren... Bu felaketi de, kardeşlik hukukunun pekişmesi, Türk’ün asil karakterinin vurgulanması ve aynı ideal etrafında buluşmanın fırsatı olarak değerlendirmek varken, sevinçle el ovuşturmak, vatanperverlerin harcı olamaz...
Tarihte Karakoyunlulara başkentlik yapmış Erciş bölgede komşusu olan Bitlis’in Adilcevaz ve Ahlat ilçeleriyle birlikte Van Gölü’nün kıyısında adeta nazar boncuğu gibi ilçeler... Gittiğimiz, siyaset yaptığımız, misafir olduğumuz yerler... Depremden sonra Ahlat’ın MHP’li Belediye Başkanı Bizim Ocaklı yıllardan dostumuz Mümtaz Çoban Bey’i aradım geçmiş olsun dileklerimi sunmak için... Aradığımda öğrendim ki, Erciş’te enkaz altında can veren Ahlatlı hemşehrilerinin cenazelerini Ahlat’a getirmişler, toprağa yeni vermişlerdi...
Sadece haritaya bakarak, “Bunlar olsa olsa PKK’lılardır, Allah onlara lanet gönderdi” diye el ovuşturan Türk’ün asli karakterinden nasipsiz tipler, aslında Gölcük depremini de Allah’ın günahkarlara lanetiyle izaha kalkanlardan daha farklı bir şey yapmış olmadılar...
Orada Ercişlilerle birlikte Ahlatlılar da öldü, Adilcevazlılar da... Öğretmenler de öldü, doktorlar ve hemşireler de... Kur’an kursu talebeleri de enkaz altında kaldı, masumiyeti ve müslümanlığı dinen sabit olan bebekler ve çocuklar da... Nefretine, cahilliğine veya provokatörlüğüne Allah’ı karıştıranları bu tablo utandırır mı, düşünmeye sevkeder mi, hiç zannetmiyorum...
Yaşadığımız coğrafya bize gösteriyor ki, faylar bundan sonra da kırılacak... Bunu önleme imkanımız yok... Yeter ki, kalplerde onarılmaz kırıklar oluşmasın... Çünkü depremin bile yaralarını sarmak, araya giren kinle oluşmuş kalp kırıklarını onarmaktan daha kolaydır...
Gözünden ateş fışkırırken bile rakibin ırkına ve etnisitesine sövmeyi aklından geçirmeyen futbol seyircimiz, Batılıların kafasının basmayacağı, üzerine ciltlerce kitap yazılacak çok büyük bir farkı ortaya koyuyor aslında...
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi