Telvin Hüsn-ü Hat Sahaf Şiir
Anasayfa > Servet Avcı > YENİLE YENİLE DAHA KÖTÜ YENİLMEYİ ÖĞRENMEK

YENİLE YENİLE DAHA KÖTÜ YENİLMEYİ ÖĞRENMEK


Geçtiğimiz genel seçimler, anayasa referandumunun gölgesinde gerçekleşti... Muhtemelen bir sonraki genel seçimler de cumhurbaşkanlığı seçimlerinin gölgesinde gerçekleşecek... Referandum sürecinde yaşananlar, uygulanan politikalar, arkadan gelen genel seçimin sonuçlarını doğrudan etkiledi... Referandumun galibi, müstakbel seçimin de galibi oldu... Hiç şüphe yok ki, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin de aynı paralelde etkisi olacak...


Seçim başarızlıklarında kendi payını yok saymak için sürekli canbaza baktıran yönetim anlayışları hâlâ işbaşında olduğuna göre, siyasi iktidar açısından avantajın devam ettiğini görmek lazım...


Her seçim başarısızlığından sonra işi ‘nohut, makarna ve kömür dağıtımı’yla açıklamaya kalkmak, o yetmezse YSK’ın bilgisayarlarında hile yapıldığına dair uçurulan iddiaları paylaşmak artık alıştığımız hikâyeler... Bunun bir adım ötesi, uzaydan seçmenlerin beynine nokta atış yöntemiyle şırınga yapılmış olabileceğidir... Seriye bağlanan mağlubiyetler bitmezse, bugün komik gelen bu tür fantastik değerlendirmelerin yeni bir boyut kazanması anormal olmayacaktır...


Seçmen davranışları çok bilinmeyenli matematik formülü gibi değildir ve basit bir mantığa sahiptir... Mevcut iktidarın devamından yana olan seçmenlerin oy verme eğilimlerini iki faktör belirler: Seçmen hâlinden memnundur... Şayet hâlinden memnun değilse ve yine de oy veriyorsa,  geleceğin bugünkünden daha kötü olma ihtimalinden korkmaktadır...


Gelecek korkusunu asla hafife almamak lazım... Bu korku sadece seçmeni değil, bazen rakibiniz olan siyasi partinin genel başkanını bile etkileyebilir... Başbakan’ın ameliyat olmasının ardından ortaya çıkan spekülasyonlarda AKP’nin geleceği tartışmaya açılınca, muhalif bir partimizin pek saygıdeğer genel başkanı bile sıkıntıya düşmüş, AKP’nin bölünmesi durumunda ülkenin kaosa sürükleneceği uyarısında bulunmuştu...


AKP’nin başına bir şey gelmesi durumunda, ülkenin geleceği adına karamsar bir tablo çizen kişinin muhalif bir partinin genel başkanı olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız...  O bile böyle davrandığına göre, hâlinden memnun olan veya geleceğin bugünden kötü olması endişesi taşıyan sıradan bir seçmen seçimlerde nasıl bir davranış sergiler?


Dünyada bu anlaşılmaz durumun bir başka örneği var mıdır acaba? Hem muhalefet partisi olacaksınız, hem de iktidar partisinin başına bir şey gelmesinden korkacaksınız!... Bir yandan parti içi muhaliflerinizi AKP’ye çalışmakla suçlayacaksınız, diğer yandan da AKP’nin bölünme ihtimalinden ürkecek ve bunu açık açık ilan edeceksiniz!..


Dünya siyasi literatürüne girmesi gereken bu davranış modeli gerçekten incelenmeye değer... Lugatinden ‘kaos’, ‘karanlık süreç’, ‘provokasyon’, ‘yıkım’ gibi sekiz-on kelimeyi çıkardığınızda konuşacak pek bir şeyi kalmayan siyasi anlayışın, ait olduğu fikriyatı iktidara taşımak gibi bir niyetinin olup olmadığı da bir başka merak konusu... Sahi, ‘AKP’nin sağlığına duacı’ bir siyaset tarzı, seçmenden ne diye kendisine oy isteyebilir?


Belli ki, mağlubiyetler serisinin bozulmasına niyet yok!..  Evet, önümüzdeki seçimler cumhurbaşkanlığı seçimlerinin doğuracağı havanın, bu süreçte yaşanacak olan siyasi gelişmelerin, kamplaşmaların ve tartışmaların manyetik alanında gerçekleşecek... Bunu doğru okuyacak, iyi yönlendirecek ve ait olduğu siyasi harekete avantaj sağlayacak feraset mevcut muhalefette pek gözükmüyor...


Bu vesileyle, Türkiye Günlüğü’nün seçimlerden sonraki özel sayısında yayımlanan yazımı burada muhataplarının anlayabilmesi ümidiyle iktibas etmek istiyorum: 


YENİLE YENİLE DAHA KÖTÜ YENİLMEYİ ÖĞRENMEK



'Demokrasi şöleni' dedikleri bu olsa gerek: Bizde seçimlerin mağlûbu yoktur!..


Oy oranları ne olursa olsun partilerin hepsi galiptir!.. Zaten 'şölen' dediğiniz de, ancak böyle olursa 'şölen' olur!..


12 Haziran akşamı ilk önce CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun kazandıkları yeni 'oydaş' sayısını duyurmasıyla CHP'nin zaferi tescillendi!.. Ardından biraz gecikmeli de olsa, hatta yazılı açıklama şeklinde de olsa, MHP'nin seçimden 'başarılı çıktık' mesajı geldi...



Elbette bunlarla sınırlı kalmadı zafer hikâyeleri... Saadet Partisi Genel Başkanı Mustafa Kamalak, teşkilatlara gönderdiği mektupta, 'hak dâvânın rakamlarla ölçülemeyeceği'ni aktardıktan sonra, bu seçimlerde tarihi bir görevi başarıyla ifa ettiklerini, 'her türlü engellemeye rağmen' kurtuluşun tek çaresinin Saadet Partisi olduğunun anlaşıldığının altına çizdi... Binde 7 oy alan Has Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş ise halkın kendilerine 'doğru yoldasınız' mesajı verdiğini söyledi ve seçmenlerine 'fidanın tuttuğu'nu müjdeledi!..



'Hezimet'i bile doğal ortamda damıtıp, ondan 'zafer' elde etme teknolojisi bizde epeyi eskidir ve hâlâ revaçtadır... 'Bu şartlarda', 'dış faktörler', 'her türlü engeleme ve baskıya rağmen' gibi başarısızlığın üzerini bir şal gibi örteceğine inanılan tılsımlı mazeretler her seçim sonrasının rutinidir adeta... Türkiye'nin iktidarına yürürken (veya yürüdüğünü zannederken), bir anda partiiçi iktidardan da olma endişesi, bu tür 'teselli edebiyatı'nı kültürümüze maalesef kazandırmıştır...



Halbuki hiçbir mazeret ve zafer lakırdıları tarihi gerçeği değiştirmiyor... Tıpkı MHP'in CKMP'den bu yana tarihinde ilk defa muhalefetteyken oy kaybettiği gerçeğini ortadan kaldırmadığı gibi... Evet, 12 Haziran 2011 genel seçimlerinde MHP açısından bir ilk yaşanmıştır ve sonucun bu yönü üzerinde hiç durulmamıştır... 8-9 Şubat 1969'da Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin Milliyetçi Hareket Partisi'ne dönüştüğü olağanüstü kongreden bu yana parti toplam 10 genel seçime girmiştir... 1991'de yapılan ittifakı, ittifak içi oy oranları ölçülemeyeceği için değerlendirme dışı bırakırsak, şu gerçekle karşılaşıyoruz: Muhalefetteyken oylarını sürekli arttırma geleneğine sahip MHP, 12 Haziran seçimlerinde bu vasfını yitirmiştir... Seçim sonrası 'başarılıyız' açıklaması yapan parti yönetiminin bu tarihi envanterden haberi olup olmadığı hakkında henüz bir şey bilmiyoruz...



Aslında 12 Eylül 2010'da gerçekleşen referandum, 12 Haziran 2011 genel seçimlerinin MHP açısından nasıl geçebileceğine ilişkin çok geniş çaplı bir anket gibiydi... Bu anketin sonuçları doğru okunsa ve gereği yapılmış olsaydı, muhtemelen parti lehine farklı sonuçlar elde edilebilirdi... Fakat olmadı... Referandumda 'hayır' kampanyası yürütmesine rağmen MHP'nin oylarının önemli oranda 'evet' bloğuna kaydığı eleştirilerine sert cevap veren Genel Başkan Devlet Bahçeli, MHP'nin linç edilmeye çalışıldığını, 'en çok oy kaybeden parti' etiketinin MHP'ye haksızlık olduğunu, eleştirilerin bilimsel olmadığını öne sürmüş ve Yüksek Seçim Kurulu'na köy ve mahallelere kadar ayrıntılı biçimde sonuçları açıklamasını teklif etmişti... Bu teklifteki amaç, herhangi bir seçimle karşılaştırma yapılarak, hangi siyasi partinin oylarında ne kadar kayıp olduğunu ortaya çıkarmaktı…



Yine Genel Merkez'den yayılan havaya göre, referandumda 'hayır' oyu veren yüzde 42'lik kesim içinde ciddi oranda MHP oyu vardı ve sanılanın aksine fire veren taraf, Kemal Kılıçdaroğlu'nun yeni liderliğine seçildiği CHP'ydi... Sözcülerin ifadelerinden anlaşılan şuydu ki, MHP referandumun da galibiydi!.. Seçim akşamı ekranları kaplayan ve il il boyanan Türkiye haritası farklı şeyler söylerken, partinin kurmay heyeti aksine açıklamalarla, 'hayır' bloğunun mağlubiyetini tek başına CHP'ye fatura ediyordu...



Devlet Bahçeli'nin köy ve mahalle sonuçlarının açıklanarak, hangi partinin ne kaybettiğinin anlaşılması teklifi YSK tarafından hemen yerine getirilmeyince, kendilerinin suçlanmasına tepki gösteren CHP Kahramanmaraş Milletvekili Durdu Özbolat, iliyle ilgili çarpıcı sonuçları bir rapor haline getirdi ve basınla paylaştı… Özbolat, MHP tabanının 'evet'e kaydığı şeklindeki analizleri kendi ilinden somut rakamlarla ortaya koyarak, bir anlamda bu tartışmalara ışık tutmuş oldu... MHP'nin 2009 seçimlerinde aldığı oylarla, referandum oyları karşılaştırılınca ortaya çarpıcı bir tablo çıktı...


Sözkonusu araştırmayla ilgili birkaç örneği buraya alalım: 2009 seçimlerinde CHP'ye 41, MHP'ye 751 oyun çıktığı Dumlupınar Mahallesi'den referandumda çıkan 'hayır' oylarının toplamı 389... Kaynar'da CHP'ye 7, MHP'ye 82 oy çıkarken, 'hayır' oyu sadece 10'da kalmış... Döngele kasabasında durum daha da vahim... Referandumda 102 'hayır' oyunun kullanıldığı bu kasabada, bir önceki seçimlerde CHP'ye 5, MHP'ye ise 532 oy çıkmış... 2009 tarihli genel seçimlerde MHP'ye 469 oy veren Karadere'de 53 'hayır' oyu, 931 oy veren Fatih'te 196 'hayır' oyu, 481 oy veren Kayabaşı’nda 285 'hayır' oyu kullanılmış... MHP açısından galiba en trajik örnek Maksutlu köyü olmuş... Bu köyde bir önceki seçimlerde MHP'ye 112 oy, CHP'ye ise sadece 1 oy verilmiş... Referandumda ise sandıklardan 112 'evet' oyu çıkarken, 'hayır' oyları 1'de kalmış!..


Daha sonra Türkiye geneliyle ilgili, ilçe ilçe, mahalle mahalle, köy köy çıkan sonuçlar, Kahramanmaraş'ın paralelindeki 'malumun ilamı'ndan ibaretti...


Bu sonuçların doğru okunmayacağı ve geleceğin bu 'yeni ve doğru okuma'ya göre kurgulanmayacağı çok geçmeden anlaşıldı... 'MHP kalelerinde kaybetti' iddiasına cevap veren dönemin Genel Sekreteri Cihan Paçacı, 'evet' oylarının ezip geçtiği Erzurum, Kırıkkale, Çankırı, Yozgat, Kahramanmaraş gibi illerle ilgili olarak, "Oralar zaten bizim kalemiz değildi ki!" diyebilmişti...  Türk milliyetçiliğinin doğduğu demesek bile, büyüdüğü ve serpildiği, hatta pek çok seçime damgasını vurduğu bir coğrafyada, milliyetçiliği kendisine isim yapmış bir partinin geriliyor olmasını tahlil edemeyen bir anlayışın, partiyi bir sonraki seçime doğru ve iyi hazırlayabilmesi ne kadar mümkün olabilirdi?


Burada şu soru hayati bir önem kazanıyor: Yenilmek mi daha kötüdür, yoksa yenilgiyi doğru tahlil edememek mi? Yenilmek elbette kötüdür, ama yenilgiyi doğru tahlil edememek ondan çok daha kötüdür... Çünkü birincisi geçici, ikincisi ise kalıcıdır... Referandumda yükselen ayak seslerini duymayan, kendisine yönelik tehlikeyi hissetmeyen 'kurmay akıl', 2011 yenilgisini kendi elleriyle kucağına çekmiş ve ilk defa muhalefetteyken oy kaybetme gerçeğiyle yüzleşerek, tarih yazmıştır!..


57.hükümetin kötü hatırası MHP üzerinde hâlâ gezinirken, referandumda ortaya çıkan tablodan ders çıkarılmayarak, hedef kitle sadece 'hayır' oyu kullanan yüzde 42'den ibaretmiş gibi politika yürütülmesi, milliyetçi-muhafazakar kitleler üzerinde zaten var olan güvensizliği pekiştirdi...  O güven krizi de belirgin biçimde sandığa yansıdı... Doğu'dan göç alan Batı ve Güney sahillerindeki 'konjonktürel kıpırdanma' ile, o sahile paralel uzanan coğrafya ve büyük şehirlerde yaşayan laik karakterli ama üniter yapının korunması konusunda MHP'yi sigorta gibi gören seçmen kitlesine hitap etmek yeterli gibi görüldü... 'Dimyat'taki pirinç ve bulgur' hikâyesini doğrularcasına gelişmeler yaşandı...



Acaba rekabet edememe endişesiyle mi bilinmez, MHP, AKP'nin blokajı altındaki muhafazakâr seçmen grubunu yeniden etkilemek ve kazanmaya çalışmak yerine, 'daha kolay elde edilebilir' gördüğü seçmen grubuna hitap ederek, yüzde 42'lik dilim üzerine yoğunlaştı... CHP'yle aynı pazarda onunla yarışır hale gelmek, doğaldır ki, propagandadaki önceliklere ve kullanılan 'dil'e de yansıdı... Mesela, başından beri Ergenekon dâvâsıyla ilgili mesafeli davranan ve Mehmet Haberal'ın tutuklanmasına kadar bu mesafeyi koruyan MHP yönetimi, bu dâvânın toplumda meydana getirdiği kamplaşmaya aldırmadan açıklamalar yapmaya başlamış, özellikle Haberal sözkonusu olduktan sonra Ergenekon'la ilgili önceki suskunluk politikasını terketmişti... Ardından Balyoz davası sanıklarından emekli paşa Engin Alan'ın önce partiye alınması, sonra da birinci sıradan milletvekili adayı yapılması, hedef kitle belirlenirken nerede yoğunlaşıldığını göstermeye yetmişti...


Geleneksel seçmen iklimini, önceliklerindeki değişiklikler dolayısıyla AKP'nin nüfuz alanına terkeden MHP yönetimi, seçim stratejisini, propaganda dilini, söylemini ve aday tesbitini CHP'nin de hitap ettiği alana göre belirlemeye çalışınca, bu strateji MHP'nin doğal kapsama alanındaki seçmen grubunda tereddüt oluşturmuştur... Partinin bu tercih sıralaması, milliyetçi-muhafazakâr olarak tanımlanan seçmen profili üzerinde AKP'nin elini rahatlatmış, maç iktidar partisi lehine adeta tek kaleye dönüşmüştür...  Zaten 12 Haziran akşamı ortaya çıkan sonuçlar bunu tartışılmaz biçimde teyid ediyor...


 Türkiye'de milliyetçilikle muhafazakârlığın içiçe geçtiği, bu yönüyle Batı tipi milliyetçiliklerden farklı olduğu, içinde muhafazakârlığı barındırmayan bir milliyetçilik anlayışının bu topraklarda pek taban bulma şansının olmadığı adeta unutulmuş gibi davranılmıştır... Burada belki aldanmayı kolaylaştıran ‘ulusalcı illüzyon’a da bir parantez açmak gerekiyor… Zaman zaman bu kesimden gelen samimiyeti şüpheli destek niteliğindeki açıklama, köşe yazısı ve yorumlar, yeni açılım ve oy tabanı sağlandığına dair heyecanlar uyandırmıştır… Oysa bunun ‘karşı’da meydana getireceği tahribat tam hesaplanamamıştır…



Çünkü seçmen davranışları içinde belki de sadece Türkiye’de rastlanılan bir kriter var… Seçmelerin içinde hatırısayılır bir oran, önce kime oy vereceğine değil, kime oy vermeyeceğine karar veriyor… Kime oy vermeyeceğine karar verdikten sonra, sandıkta onun karşısındakini veya karşısındakilerden birini destekliyor… Genelde sol, özelde CHP bu anlamda karşısındaki partiye istemeden de olsa geleneksel olarak lojistik sağlayan bir siyasi hareket görünümünde… Bu sosyal gerçeği AKP’nin çok büyük bir başarıyla skor tabelasına yansıttığı aşikârdır... İktidarları neredeyse ‘CHP zihniyetine uzaklığın’ tayin ettiği bir siyasi sistemde, MHP bu seçmen grubunu tam tatmin edememiş gözükmektedir…



Son üç genel seçim ve iki referandum gösteriyor ki, seçmen kitlesinin omurgasını oluşturan milliyetçi-muhafazakârların büyük çoğunluğu kendisini MHP'de değil, AKP'de ifade eder hale gelmiştir... Ayrıca her seçim, bu tesbitteki doğruluğu bir önceki seçime göre daha da pekiştirmektedir... Nedenleri, niçinleri, doğruluğu tartışılabilir, ama kabul edilmesi gereken bir gerçek var; o da AKP'den ziyade onun Genel Başkanı Tayyip Erdoğan'ın milliyetçi hissiyatla hareket eden seçmen grubunda ciddi bir karşılığının olmasıdır... Milliyetçilik vurgusu pek yapmayan, hatta sık sık 'Biz etnik, dini ve bölgesel milliyetçiliğe karşıyız' diyen bir Başbakan'ın kendisini 'milliyetçi' olarak tanımlayan insanlardan çok ciddi oranda oy alması çelişki gibi gözükse de, bunun sebepleri arasında MHP'nin duruşuna atıf yapılmazsa analiz sağlıklı olmayacaktır...


Yukarıda sözünü ettiğimiz Türk milliyetçiliğinin büyüdüğü ve serpildiği coğrafyanın değerleri, partiyi yöneten anlayışta ve propagandada göz ardı edildikçe, bu durum karşı propaganda sahiplerince 'CHP'lileşmek' olarak yaftalanmış ve acımasızca kullanılmıştır... MHP'ye yönelik 'CHP'lileşmek' ithamının seçmende hiç karşılık bulmadığını söylemek de herhalde gerçekçi sayılmayacaktır... Burada eksik ve garip olan, seçmende karşılık bulmuş bu algıyı yok etmek için, parti yönetiminin kayda değer bir çaba içine girmemiş olmasıdır...


12 Eylül'deki referandum akşamında Genel Başkan Devlet Bahçeli, ortaya çıkan sonuçla Türkiye'nin çok karanlık bir sürece girdiğini öne sürmüştü... Sık sık Habur'daki görüntülere gönderme yaparak, Türkiye'nin bölünme aşamasına getirildiğini söyleyen Bahçeli'nin bu ürkütücü iddialarının ancak yüzde 13'ün içindeki bir kesim tarafından ciddiye alınıyor olması elbette bir başka tartışmaya kapı aralamaktadır... ‘Sözün doğruluğu’ ile ‘söyleyenin inandırıcılığı’ arasında karmaşık ilişki ayrıca incelenmeye muhtaçtır…


Başta Genel Başkan Devlet Bahçeli olmak üzere tüm parti kurmayları hem yazılı açıklamada, hem de seçimi takip eden Merkez Yönetim Kurulu ve il başkanları toplantılarında, seçim sonuçlarını parti adına 'başarı' olarak açıkladılar... Başarının küçümsenmemesi için de söze 'bu şartlarda' diye başladılar... 'Bu şartlar'dan kasıt, arka arkaya patlayan kaset skandallarıydı... MHP'yi baraj altında bırakmak isteyen dış ve onlarla işbirliği yapan iç güçlerin bir komplosu olarak tanımlandı bu skandallar... 'Bu durum'da MHP gerçekten başarılı sayılabilirdi belki... Pekala 'bu durum'da olmak başarı mıydı? İşte bu soru, muhataplarınca ya hiçbir zaman cevaplanmayacaktır veyahut da bulunan cevap kamuoyuyla paylaşamayacaktır…


MHP’nin bir diğer handikapı da ‘ülkücüler’di… Özellikle referandumda daha fazla ete kemiğe bürünmüş ‘muhalif ülkücü’ olgusu ortaya çıktı… ‘Eski ülkücü’ olarak nitelenen bu insanlar, referandumda ‘evet’ kampanyasının önemli bir ayağını oluşturdular… İktidar yanlısı televizyon ve gazetelerin kendilerine sürekli yer vermesiyle birlikte etkilerinin tahmin edilenden fazla olduğu referandumda bariz biçimde ortaya çıktı… Bu kampanya sırasında Başbakan’ın 1980’de idam edilmiş Mustafa Pehlivanoğlu’nu ve Mamak’ta işkence sonucu can vermiş Hüseyin Kurumahmutoğlu’nu gündeme getirmesi, yeni anayasayla 12 Eylül cuntacılarının mahkeme önüne çıkarılacağı ümidi ‘eski ülkücü’lü kampanyanın etkisini daha da arttırdı…


Referandum kampanyasında ortaya çıkan bölünmüşlüğün genel seçimlere yansımayacağını düşünmek herhalde akılcı olmazdı… Görüldü ki, MHP stratejistleri buna karış bir çözüm geliştiremedi… Halbuki Genel Başkan Devlet Bahçeli’nin genel seçimler öncesinde hayata geçirdiği ‘Güç Birliği’ hamlesi gerçekten ümit vericiydi… Bu hamleden murat, hayati önem arzeden seçimler öncesinde, dağınıklığı gidermek, kırgın, küskün partilileri tekrar ortak çatı altında toplayarak güçlü ve moralli bir şekilde seçimlere girmekti… Devlet Bey bu anlamda olgun bir siyaset adamı kimliğiyle, nefsini düşünmeden, kırgın, küskün, çeşitli sebeplerle uzaklaştırılmış bir çok partiliyi bizzat kendisi partiye davet etti… Davet edilenler arasında, geçmişte partiyi ve Devlet Bey’i en ağır şekilde eleştirenler bile vardı… Genel Başkan bu kritik virajda bir lider gibi davrandı ve toparlayıcı olmaya çalıştı… Ama ‘Güç Birliği’ hamlesi ‘eski ülkücüler’i kapsamayınca topallamış oldu…


Anadolu’daki taban üzerindeki etkilerinin, bu çağrıya kulak verenlerden daha fazla olduğu anlaşılan ‘eski ülkücüler’in kapsam dışında bırakılması stratejik açıdan yanlıştı… Güçleri hafife alınan bu insanlar davet kapsamı dışında bırakılmakla kalmadı, kendilerine en yetkili ağızlarca ‘hain’, ‘sütü bozuk’, ‘sigaramın dumanından daha kıymetsiz’, ‘AKP işbirlikçisi’, ‘kemik yalayıcısı’ gibi hakaret yüklü sıfatlar layık görüldü… Başkalarına doğru ve haklı olarak gösterilen nezaket, söz konusu ‘eski ülkücüler’ olunca yerini aşağılamaya bıraktı… Elbette bunun sonuca yansımaları olacaktı ve de oldu…


Bugün gelinen noktada, toplumda milliyetçilik duygusu kaybolmaya yüz tutmuş olsaydı, MHP'nin oy kaybeden görüntüsü daha kolay izah edilebilirdi... Oysa bu duygu, hem ülkenin yaşadığı bölücü terörizm, hem de Türkiye'nin bölgesinde kazandığı itibar dolayısıyla yükselen, diriliğini koruyan bir değer... Öteden beri milliyetçiliğin adeta 'tekel' partisi olan MHP'nin yükselen milliyetçi pazarda payının daralıyor olması, tamamen doğal tabanından kopuk siyaset yürütmesi, halk tarafından tasfiye edilmiş merkez sağa öykünerek siyaset yapmaya çalışması, statükoyla manevi değerler arasında sıkışıp tercih yapmak zorunda kaldığında kişilik bunalımı yaşaması, son seçimde görüldüğü üzere çok kötü, soğuk ve silik reklam kampanyaları yapması, artık bir MHP klasiği haline gelmiş olan 'birliğin sağlanamaması' ve en dramatik olanı, yenilgileri doğru okuyup, tedbir geliştirememesi yaşanılan sonuçları doğal hale getiriyor...


2002'den beri yaşananlara 'yenile yenile daha kötü yenilmeyi öğrenmek' denebilir aslında... Genel anlamda milliyetçilik yükselirken, milliyetçiliği birinci vasfı olarak ortaya koyan bir partinin kaybediyor olması tuhaf bir çelişkidir elbette... Bu yenilgiden de bir sonraki yenilgi için yeni bir tecrübe daha elde edilmiş midir, bakıp göreceğiz...


Daha çok Güney Azerbaycan Türklerinin kullandığı bir atasözü var:  'Ben ne derim, tamburam ne çalar?' Türk siyasetinin en önemli partilerinden birisi olan MHP'nin tavan-taban kopukluğu bakalım bize bu atasözünü daha ne kadar hatırlatacak?


Yorumlar

Güvenlik Kodu

vahiy  insan  şehir  revelation  ahlâk  etik  ethica  nüzhet yalan estetik  metafizik  ebrah doğu  batı  fıtrat  creation  yaratılış  iyilik  kötülük  dürüstlük  eşref-i mahlûkat  kişilik  asâlet  cesâret  vefâ  sadâkat  ihânet  yalan  immoralist  mitoloji  belh’um adâl  aere perennius  antere  genetik  şuur  terbiye  muâşeret  muâşaka  muvâsalat  firâk  zarâfet  letâfet  ferâset  panteon   rolyef  fresk  heykel  portre  gravür   ideal  ülkü  ülkücü   kerbelâ  aşk keşke  cennet  cehennem  araf  âdem  havva  hâbil  kâbil  elma  haz  hayâ  hicap  gurur  hürriyet  adâlet  musâvat  agnostic  akıl  dacret  locig  analytical  antiq  aristokrasi  kûrûn-i vustâ  giyotin  hakikat  hikmet  paradox  dialectic  tenkit  stoa  akademia  logos  logos spermaticos  felâsife  gelenek  hermeneutic  semantic  hint  upanişad  mutezile  ihvân-ı safa  ilk neden   iskenderiye okulu  medinetü’l fâzıla   hürriyet  kölelik  rönesans  ütopya  rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed  kur’ân  endülüs ibn-i rüşd  aristotales  şeyh gâlip  farâbi  platon  sokrat   marcus aurelius  galile  mimar sinan  kirkedard  farabi  ibn-i sina   ibn-i hâldun  kafka  taşköprülüzâde  gazâli  musa cârullah  şemseddin sâmi frasheri  bergson  enver paşa  muhammed ikbal  hayyam  mehmet âkif  yâkup cemil  şems  ibn-i haldun  mevlâna  ali şeriâti  fuzulî  ebu’l âlâ el maarrî  ahmet mithat efendi  cemil meriç  nâmık kemal  ahmed hamdi tanpınar  kemal tahir  yahya kemal  cahid zarifoğlu  dostoyevski  tolstoy  knut hamsun  nietzsche  oğuz atay gogol  albert camus  descartes  herman hesse  puşkin  halil cibran  kaşgarlı mahmut  tevfik fikret  cenap şehabettin  neyzen tevfik  motzart  bach  mahler  tarkovski  suç ve  cezâ   anna karenina  madonna  prag  istanbul  çocuk kalbi  sn. petersburg  soljenitsin  marks  kant  heraklit  hegel  el-hamra  endülüs  kâmus u türkî  redhouse  wagner  kâmus u okyanus  lugat-i fransevî  iliria shqip  meydan larusse  şakâyık-ı nûmâniye  mevzuâtü’l ulûm  abdülkadir merâgi  ıtrî  muhammed esed  michelangelo van gogh  cezanne  rembrand  monet  hoca ali rıza  ulysess gaze  eleni karaindrou  sezen aksu  golha  farid farjad  osman hamdi

Tasarım : ATS