BİR GARİP CANLI TÜRÜ
Diyelim ki, hayatınızda hiç ülkücü olmadınız...
Hatta hiç ülkücü tanımadınız, hiçbir ülkücüyle arkadaşlık yapmadınız...
Şu anda 25-30 yaşlarındasınız... Birisi size ülkücüyü sorduğunda, onu zihninizde nasıl canlandırır, nasıl tanımlarsınız?
*****
Yıllardır sıkça okur ve duyarız “İyi ki, Devlet Bahçeli var” güzellemesini... Bunu yazan ve söyleyenler şu gerekçeleri iliştirirler lafın arkasına: “Onun akl-ı selimi olmasa, o sigorta gibi davranmasa, ülke kan gölüne döner... Ülkücüler sokağa dökülür, Türk-Kürt çatışması çıkar, iç savaş başlar...”
Gazete köşelerinden ülkeyi ve partileri yönetmeye alışkın tiplerin, özellikle Ertuğul Özkök, Fikret Bila, Mehmet Ali Birand gibi medya şöhretlerinin bu konuda sık sık kalem oynattığını ve bu yaklaşımın hemen hemen bütün medyaya hâkim bir anlayış olduğunu kabul etmek gerekiyor...
Öyle bir resim çiziliyor ki, Ergenekon eksenli bölünmenin iki tarafında da bu kabulgörebiliyor... ‘Merkez’ diye tanımlanan medya, yıllarca bu konuyu kurcalamayı, ‘Devlet Bey’i över gibi yapıp’ her alanda etkilemeye çalışmanın bir yöntemi olarak benimsedi... Doğrusu sonuç almadıkları da iddia edilemez...
Diğer kesim de sıklıkla takdir etmekten geri durmadı... Onlar da kendi bakış açılarından hareketle, bir yönlendirmeye yeltenecekleri zaman, önce hakkı teslim ettiler!.. Mesela kaset skandalını yorumlarken, bunun ‘Bahçeli’nin sokaklardan topladığı ülkücüleri tekrar sokağa dökme’ amacına hizmet ettiğini söyleyebildiler...
Zaman’da yazan İhsan Dağı da, 2009 yılında Devlet Bey’le ilgili ‘akıl verme’ amaçlı bir yazısında, onun şu özelliğine vurgu yapmadan geçememişti: ‘Ülkücüleri sokağa salmayan!..’
Bu ‘sokaktan toplanan’, ‘sokağa salınmayan’ gibi içinde aşağılanma içeren fiilerle anılan ülkücülerle ilgili kanaat öylesine işportaya düşmüştü ki, Türk Solu isimli eski maocuların dergisi bile bölücü teröre karşı ülkücüleri sokağa davet edebilmişti!..
Son seçimlerden önce de Mehmet Ali Birand, MHP’nin mutlaka Meclis’te olması gerektiğini şu ‘makul’ ve ‘korkutucu’ gerekçeye oturtmuştu: “Yoksa ülkücüler sokağa dökülür!..”
*****
Devlet Bahçeli’nin varlığına şükranla başlayan, ama devamında ‘ülkücü’yü ‘Devlet Bey’in üstün çabaları sayesinde serseriliği zaptedilmiş’ bir olguya dönüştüren bu nitelemeler aslında şunları anlatıyor:
Ülkücüler, zamanında dişlerinekandeğdiği için sürekli iç barışı bozma potansiyeli taşıyan varlıklardır!.. Ülkücüler, bir kavanozun içinde dışarı çıkmak için sürekli fırsat kollayan, ama Devlet Bahçeli’nin kapattığı kapak yüzünden dışarı çıkamayan canlılardır!.. Kapak bir açılmayagörsün, Türkiye’nin sokakları Yecüc-Mecüc türü ülkücü istilasına uğrayacak!.. Ülkücüler iç barış düşmanı, Devlet Bey ise sokağa çıkmak için fırsat kollayan bu ülkücüleri sokaktan alıkoyan bir milli sigorta!..
Şimdi yukarıdaki soruyu tekrar soralım: Şu anda 25-30 yaşlarındasınız... Birisi size ülkücüyü sorduğunda, onu zihninizde nasıl canlandırır, nasıl tanımlarsınız?
Burada esas can sıkıcı olan, dışımızdakileri nitelemelerinden ziyade, bu aşağılamanın nereyse ‘nişan-ı zişan’ gibi karşılanmasıdır... Ben yıllardır süregelen bu tavra karşılık, hiçbir cevabın verildiğine şahit değilim... Tam tersine, ‘İyi ki, Bahçeli var’ girizgâhının büyük bir memnuniyet doğurduğuna, farklı kesimlerin desteğine delalet kabul edildiğine, lafın geri kalanını oluşturan incitici kısmın üzerinde hiç durulmadığına şahidim... Aksini iddia edebilecek biri, ülkücülerin şahsiyetine karşı yapılan bu haysiyetsiz saldırıya resmi ağızdan cevap verildiğine dair bir bilgi varsa özür dilemeye de hazırım... Bir örnek, sadece bir örnek yeter... Ama yok...
Anlaşılan o ki, bu ‘kaba’, ‘yontulmamış’, ‘zonta’ tipleri ıslah ediyor anlamındaki bakış açısı muhatap adreslerde pek de rahatsızlık doğurmamış!..
Aslında bu ilk değildi tabii ki... Kapı aralanmaya ilk olarak Fikri Sağlar’ın 1999 seçimlerinden sonra yaptığı çirkin benzetmeyle başladı diyebiliriz... Sağlar, MHP’nin büyük bir grupla Meclis’e ayak basmasını, Hitler’in Alman Parlamentosu Reichstag’a girmesiyle özdeşleştirmişti... Ona göre Türkiye’de ‘faşizmin ayak sesleri yükseliyor’du ve MHP rozetiyle Meclis’e giren ‘onlarca katil’ bunun en önemli işaretiydi!..
Fikri Sağlar’ı bu beyanını takip edengünlerde Rahşan Ecevit’in malum hakareti gelmişti... Rahşan Ecevit, müstakbel koalisyon ortağı MHP için ‘eli kanlı katiller’ demişti... Daha sonra MHP’den gelen özür şartına, özür dilemek bir yana yeni ve daha büyük bir hakaretle cevap vermişti... Rahşan hanım, meğer bugünkileri değil, 1980’den öncekileri kastetmişti!.. Bu cevap da ilgilileri tatmin etmiş olmalıydı ki, konu kapanmış, hiçbir şey yaşanmamış gibi davranmaya devam edilmişti!..
*****
90’lı yılların sonunda ülkücü imajına ağır bir darbe de aslında içeriden gelmişti... 1999 seçim başarısı bu tartışmanın yaşanmasını engellemiş olsa da izleri hep durdu... Medyanın MHP’den beklemediği yüzde 18’lik oy oranı, birden gözlerin MHP’ye çevrilmesine neden olmuştu...
Acaba başarının sırrı neydi? ‘Yeni lider’ ve ‘başarılı seçim kampanyası’nı destekleyen bir gerçek daha keşfedildi... Ülkücüler artık farklılaşmıştı... Genel Merkez’in ortaya koyduğu adab-ı muaşeret kurallarına harfiyyen uyan ülkücüler, bundan böyle beyaz çorap giymeyecek, ayakkabının topuğuna basmayacak, soğan-sarımsak yeyip ortalığı kokutmayacaktı!.. Bunu gururla anlatan Genel Merkez yöneticilerimiz hâlâ aklımızda olmalı...
Sözde elitlerce İstanbul’a sonradan gelen taşralılar için yapılan ‘takke-tesbih-lahmacun’ üçlemeli küçümsemesine benzer türden ülkücüler için de soğanlı, sarımsaklı, beyaz çoraplı bir resim çizildi...
İçeriden ve dışarıdan yapılan tüm bu uyduruk ve aşağılayıcı genellemeler, ülkücü adında öyle bir canlı türünü ortaya koydu ki, alamet-i farikası her öğün soğan sarımsak yemek olan, beyazdan başka çorap giymeyen, topuğuna basarak yaylanan, tedaviyi geçici olarak kabul eden, ama liderinin bağından bir kurtulursa sokakları kan gölüne çevirme potansiyeli taşıyan bir canlı türü!..
Oysa ülkücü hareket bunları hiç hakketmedi... Bugün binlerce akademisyeni, bürokratı, işadamı, düşünürü, siyasetçisiyle ülkenin en önemli birikimlerinden birisini oluşturuyor... Dağınıklık elbette bir zaaf olabilir ama bu bile ülkücü hareketin sahip olduğu potansiyeli gölgelemeye yetmez...
Ülkücü hareket, yaşadığı travmalar ve acı süreçlerden adeta rahmet gibi elde ettiği sosyal birikiminin yanısıra son derece saygın bir tecrübeye de sahiptir... Ama bu büyük potansiyelin ‘Devlet Bey’e gaz verme’ lobisinin, bir yandan bunu yaparken, diğer yandan ülkücü tipini kötü betimliyor olmalarının yaptığı tahribatı da görmezlikten gelemeyiz...
Kendi acılarına tutunarak ayağa kalkan bir hareket, yaralarını kendi imkanlarıyla sardıktan sonra hâlâ medeniyet tasavvuru üreten bir camia, ipe sapa gelmez ‘sokak’ edebiyatıyla çaktırmadan ‘kasları aklından çok çalışan’ bir imaj alanına hapsediliyor...
Şimdi bu yazıdan, ‘ülkücüleri sokağa çekme projesinin bir parçası gibi’ işkillenme ihtimali olanlara şunu hatırlatalım: Ülkücüleri siyasi kavgalardan ve kamplaşmalardan uzak tutma projesi Devlet Bahçeli’yle başlamamıştır... Bu durum öteden beri uygulanan genel politikanın bir sonucudur... 12 Eylül’le yaşanan acı tecrübe, nefs-i müdafa durumdaki fiiller bütünün bile ‘terörün taraf ve unsurlarından birisi’ olarak suçlanması, yaşanan kahredici süreç, bu anlamda büyük bir tecrübeye ve olgunluğa yol açmıştır... Başta Bizim Ocak olmak üzere 1980’den sonra çıkan ülkücü yayınların tamamında bu yaklaşım hakimdir... ‘Kavgaya hayır’ kapaklarında ve merhum Alparslan Türkeş’in hem ocaklardaki seminerlerinde hem de kamuya açık beyanlarında bunu açıkça görmek mümkündür...
Aslında Devlet Bey de bu çizgiyi doğru sürdürmüştür... Yanlış olan, devam niteliğindeki aşağılamalara verilmeyen cevaplar ve siyasi kâr sağladığı zannıyla ikrar anlamına gelen sessiz kalmalardır...
Dün siyaset arenasında hiçbir şey ifade etmeyenlerin bugün geldikleri nokta ile ülkücülerin ‘sokaklardan toplanan’ ve ‘sokağa salınmayan’ gibi ifadelerle anılıyor olması mukayese edildiğinde ortaya büyük bir haksızlık çıkıyor...
Ülkücü hareket bunu hakketmiyor...
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi