Bu dili tanıyorum
Evet, bu dili tanıyorum... ‘Soğuk savaş’artığı bu dili, pörsümüş olsa da ’gözü çöplükte kalan’ bu dili tanıyorum...
‘Sonsuza kadar devrim’ sloganıyla yola koyulduktan sonra, daha doğduğu yüzyılı tamamlayamadan, Sovyetler’deki kömür işçilerine sabun bile veremeyecek hale geldiğinde iflası artık gizlenemeyen ve ardından iskambil kâğıdı gibi yıkılan bir rejime inanmışların terk edemedikleri o ’rejim yadigârı’ dili...
Cezaevindeki bazı ülkücüler tahliye edildikten sonra yeniden ortaya çıktı...
Onu son olarak Nisan ayında 12 Eylül darbe davasının başladığı Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görmüştüm... Kalplerdeki kin ve çirkinliğin yansıdığı suratların içinde dönüp duruyor ve şöyle sesleniyordu: “Bunlar emperyalistlerin ve darbecilerin işbirlikçileridir... Paramiliter ortaklardır... Halk düşmanları, katliam sanıkları, faşist katiller bu dâvâya müdahil olamazlar...”
O günün ateşi geçtikten sonra durulan koro, son tahliyelerle yeniden ateşe başladı... Ama bu sefer daha geniş bir yelpazeyle... Yeni kimlikleriyle boy gösterirken, Marksist geçmişini örtenler, gazete ve televizyonlardan ağır ateşe başladılar... Marksist katiller lehine var olan ayrıcalığı ortadan kaldıran ve bir anlamda eşitlik sağlayan bu düzenleme hepsini çıldırttı...
Eşitlik ne demek? Ne de olsa katliamdan katliama, katilden katile fark olmalıydı!.. Her katliamı ve her katili aynı kefeye koymak, devrim için insan katledenlere saygısızlıktı!.. Onların katliamları ’masum’ ve ’meşrû’, katilleri ise ’kahraman’ kalmalıydı!..
***
Ortada garip bir durum var...
Komünizm yıkıldıktan sonra Türkiye’de küçük bir kesim bu kanlı üniformayla mücadeleyi sürdürmeye çalıştı... Ama büyük bir kesim gömleği sıyırdı attı... Kimisi liberal, kimisi sosyal demokrat kesildi... Aralarından ulusalcılığa ve İslamcılığa viraj alanlar da oldu... Bir kısmı Kürtçülüğü seçti... Kendilerini sanata vuran, filmci, tiyatrocu, darbukacı, dümbelekçi, menajer, feminist, üçüncü cinsçilerin örgütlenmesi gibi alanlara kayanlar da vardı...
Dışarıdan bakıldığında birbirinden bağımsız gibi görünen ne kadar Marksist eskisi varsa, ülkücü düşmanlığı söz konusu olduğunda mutlaka aynı fotoğrafın içine doluşuyorlar...
Artık soğuk savaşın bittiğini bunlara kim haber verecek ya da bunları kim ikna edecek bilmiyorum... Zaten konu, siyasetin konusu olmaktan hızla uzaklaşıp, tıbbın konusu olmaya dönüşmüş durumda...
Eski Türk filmlerinde çok rastladığımız bir sahne vardır... Filmin bir yerinde şöyle bir ses duyulur: “Duruuun, siz aslında kardeşsiniz!” Ülkücüler söz konusu olduğunda, eski-yeni, dönmüş-dönmemiş ne kadar Marksist varsa, galiba bunların kulağına böyle bir ses geliyor!.. Yoksa bu ağız birliğinin, öfke koalisyonunun, müfteri kardeşliğinin ne gibi açıklaması olabilir?
Belki de ’yenilmiş’olmanın verdiği kompleksin açığa çıkardığı intikam duygusudur bu rengarenk koalisyonun sebebi!..
***
’Eskinin hatırı’na olsa gerek hepsi sarıldılar kaleme... Bunların en belirgini ’paramiliter itirafçı’ Hasan Cemal oldu... “Hiç mi vicdanınız sızlamıyor?” başlığıyla çıkan Milliyet’in Hasan Cemal’i çok dertliydi... Büşra Ersanlı’yı, tutuklanan KESK yöneticilerini, tutuklu BDP’lileri hatırlatıyor ve bunlar dururken, bu tahliyelere karar veren vicdanı sorguluyordu... Tabii ki, buna kan çekmesi, daha doğrusu ’ideolojik kan çekmesi’denilebilirdi ancak ve böyle zamanlarda maalesef gizlenemiyordu!..
Adeta ’yoklama alınıyormuş’ gibi eski solcuların hepsi bu konuda kalemleriyle kin püskürdü... Bunların içindeki en keskin yazılardan birisi Radikal’den çıktı... Radikal’in ekonomi yazarı Uğur Gürses’in “Ben affetmiyorum!” başlıklı yazısı, o bildik dayanışma titizliği içinde hemen hemen bütün gazetelerin internet sayfalarında paylaşıldı...
Gürses söz konusu yazıda, Bahçelievler’de öldürülenlerden birisi olan Hürcan Gürses’in yakını olduğunu belirtiyor ve dramın dozajını yükseltecek anılar aktarıyordu... Bunlar elbette anlaşılabilir şeylerdi... Ama bununla sınırlı değildi yazı... Meclis’te organize bir tezgâh sonucu tahliyelerin gerçekleştiği, katliam sanıklarının salınmasının vicdansızlık olduğu türünden şeyler yazmıştı...
Bu makalede hızını alamamış olmalı ki, Radikal’in bu ’ekonomi’yazarı twitter’dan çok daha ağır ifadelerle saldırıyordu... En dikkatimi çeken ise, “Faşist katiller serbest, Kürt siyasetçiler içeride” mesajı olmuştu...
Bunun üzerine kendisine gayet samimi bir şekilde şu soruyu attım: “Başbağlar’ın katilleri aramızda dolaşıyor. Onlarla ilgili atladığımız bir yazınız var mı ekonümist, pardon ekonomist bey?”
Soruma “Evet, şu tarihte bu konuyla ilgi yazım var” cevabı verse, belki de özür dilemek zorunda kalacaktım... Kendisinden farklı bir cevap, daha doğrusu bir soru geldi... Gürses bana “Bu soruyu sorarken yüzümün kızarıp kızarmadığını” sordu... Bunun üzerine ben de kendisine şu cevabı verdim: “Yüzü kızarması gerekenler çifte standart yapanlardır. Ben bir soru sordum, cevap verseydiniz ya. Evet mi, hayır mı?”
Sonra ne mi oldu? İletişim koptu... ’Şebeke cereyanındaki arıza’dan değil tabii ki... Başka arızadan... Kendilerinden beklenen o tipik davranışı sergiledi... Çünkü verecek cevabı yoktu... Başkalarının da görebildiği bu tartışmadan kaçtı ve twitter özelliğini kullanarak, bana karşı hesabını korumaya aldı...
Evet, bunlar yakalanmış, teşhis edilmiş o 18 Başbağlar katilinin neden salıverildiğini asla yazmazlar... Bunun gibi 12 Eylül öncesi ve sonrası yüzlerce örneği asla konuşmazlar... Bunların bütün sözde ’adalet’ duygusu, ancak ülkücü düşmanlığı söz konusu olduğunda depreşir durur...
Önceki gün Selcan Taşçı, MLSPB’li katil Ayşe Hülya Özzümrüt’ü yazdı... Özzümrüt, 1979’da eşi ve kızıyla katledilen MHP Gaziosmanpaşa İlçe Başkanı Ali Rıza Altınok’un dört katilinden birisiydi... 1991 affından sonra hapisten çıkacak olan Özzümrüt’ün 1985 Milliyet’indeki haberi göz yaşartıcı cinstendi!.. Taşçı’nın ifadesiyle, fotoğrafta ’tahliye bekleyen anasına hasret kız’ imajı veriliyordu...
Bugün de aynı şeyler yapılmıyor mu? KCK’nın akıl hocası Büşra Ersanlı’yı, yerel mahkemenin Mısır Çarşısı’nda 3’ü çocuk 7 kişinin öldüğü patlamadan sorumlu tuttuğu Pınar Selek’i pamuklar içinde sarıp sarmalayanlar ve bugün ellerini kollarını sallayarak dışarıda gezmesinden memnuniyet duyanlar kimler?
Baksanıza daha önce iki kez ’genel af’fı gündeme getiren CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu “Bu tahliyelerle kamuoyu vicdanının ağladığını, kanadığını” söyleyebildi... Acaba Kılıçdaroğlu genel affı kimin için istemiş olabilirdi?
***
Bu, ’trafiğe kapalı alan’ gibi, gerçek adalet duygusundan arındırılmış bir kampanyadır...
Eğer kan kaybından insan öldüğü gibi ’adalet duygusu’kaybından da ölüyor olsaydı, bugün aydın geçinenlerin herhalde büyük çoğunluğu kırılıp gitmiş, toplu mezarları doldurmuş olurdu!..
Kendi teröristini ’fidanlaştıran’işte bu bozuk ruh halidir...
Bütün katliamlara ve katillere eşit mesafede durmadıkları sürece bunların ’aydın’lıkları, naylonluktan öteye geçemeyecektir...
12 Eylül öncesinin ihanet, komplo, provokasyon ve cinnet ortamında meydana gelen olaylarını Marksist imbikten süzerek, bir kısmını hiç görmemek veya meşru sayar gibi suskunlukla geçiştirmek hangi karakterle izah edilebilir?
Çok büyük iddiayla söylüyorum... Eğer tahliye edilenler, o ülkücüler değil de, Abdullah Öcalan olsaydı, bunların hiçbirisi bu türden yazılar yazmazdı!.. Şimdi bütün pişkinlikleriyle bize “Ülkeye barış geliyor, kan duracak, çocuklarımızın geleceği kurtuldu” edebiyatı yapıyor olurlardı...
Bunları iyi tanıyoruz!...
Bu dili çok iyi tanıyoruz!..
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi