Duvar dibindeki polisler
Bu işin sorumlusu biziz!.. Biz ki, şimdiye kadar bunları milletçe bir duvarın dibine dizemedik, suçlu biziz!..
Dörtyol’daki o rezil görüntülerin müsebbibi biziz!..
Oysa biz ellerine bir numara vererek, dizmeliydik bunları bir duvar dibine...
“İşte bu” demeliydik, hızlı tren faciasının sorumlusu... “Şu müteahhit, şu müşavir firma, şu kontrolör, şu Genel Müdür, şu Bakan, şu Başbakan” demeliydik!.. Sahi kime dokunabildik?
İki yıl önce Makedonya’nın Ohri Gölü’ndeki bir tekne kazasında onbeş Bulgar turist boğularak öldü... Boğulanlar Bulgar’dı ama istifa eden Makedonya Ulaştırma ve İletişim Bakanı oldu...
İstifa eden Bakan çok bize çok yabancı gelen cümlelerle istifa gerekçesini açıkladı... “Yerime gelen, hiçbir etki altında kalmadan, kazayı araştırmalı. Soruşturmanın selameti uğruna ben burada kalmamalıyım” dedi...
Bizim Ulaştırma Bakanı bu istifayı duyunca, muhtemelen içinden ‘vay avanak’ diye değerlendirmede bulunmuştur... Tekneyi sen kullanmadığına göre, tekneye fazla yolcuyu sen almadığına göre, can yeleklerini sen eksiltmediğine göre, hatta bu turistleri zorla ülkene sen davet etmediğine göre niye istifa edersin değil mi? Demek ki, bizim hızlı tren faciası Makedonya’da yaşansa, bırakın istifayı, adam kendi kafasına sıkacak!..
Bakın bizdeki rahatlığa... Herkes makamına göbeğini yaymakla meşgul... Ahbap-çavuş-hemşehri bürokrasisi en yüce değer!.. Faciada ölen kırkbir kişi zaten geniş olan şehit yelpazemize ‘hızlı tren şehidi’olarak dahil olurken, istifa ‘evlerden uzak’bir kavram niteliğini korudu... Geçenlerde Ankara’da metro inşaatı çöküp, içinde bir vatandaş ölünce, son derece rahat biçimde “Bunlar başka ülkelerde de oluyor” diyerek konuyu sıradanlaştıran Bakan da buydu...
Biz alıştık, bunlardan sorumluluk gereği istifa filan beklemiyoruz... Zaten Ulaştırma Bakanı’nın öyle bir görünümü var ki, bu eski belediyeci, değil bir tren, memleket yıkılsa istifayı aklından geçirmez...
Bundan onbeş yıl kadar önce Portekiz’de dörtyüz yıllık tarihi bir köprü çökmüş, kazada üç kişi ölmüştü... Bu olay üzerine, göreve başlayalı henüz üç ayı bulmamış olan Portekiz Altyapı Bakanı istifa etmişti... Bizdekilere bakınca, ne kadar kötü örnek değil mi? Zaten Mecelle’de bir kural var: Sui misal, emsal olmaz!..
***
Kızmayalım kimseye, “O polisleri nasıl öyle duvar dibine dizersiniz?” diye...
Futbolun acımasız kuralıdır, ‘atamayana atarlar’!..
Ellerine numara verip, milletçe biz dizecektik onları duvar dibine... Samsun’daki TOKİ faciasının faillerini teşhis edecektik...
“İşte bu” diyecektik, arsayı seçen, etüdleri yapan, müşavirliği gerçekleştiren, Daire Başkanı, Başkan, Bakan, Başbakan!..
Milletçe teşhisi biz yapacaktık... Yapabildik mi? Dokunabildik mi? Açılmış dâvâ var mı? Yalandan yere de olsa idari soruşturma var mı? Yine yalandan yere de olsa soruşturmanın selameti açısından açığa alınmış bir tek bürokrat var mı?
Şimdi gel de kızma istifa eden Japon Başbakanı’na... Başbakan Naoto Kan, deprem ve tsunaminin ardından meydana gelen nükleer kriz karşısında istifa etmek zorunda kaldı... İşin bize ters bir tarafı daha var... Başbakan Kan’ın istifasını isteyenler arasında kendi partilileri de vardı... Bizde ne yapılırsa yapılsın alkıştan nasır tutacak ellerin Japonya’daki karşılığı buymuş meğer!...
Kim anlatacak Japon Başbakan’ın aslında ne yaptığını bu ‘belediye kardeşliği’ bölüğüne? Bunun bir erdem, bir onur olabileceğini kim anlatacak bu duygudan nasipsiz siyasetçilere?
***
Yine de biz kendimize kızalım...
Dörtyol Emniyeti’nin kantin ihalesini AKP Gençlik Kolları üyesinin kazanmasına takılmayalım... Serbest piyasa şartlarında kazanmış ihaleyi!.. Biliriz ki, bunlar serbest piyasayı iyi bilirler!.. Ankara Altındağ’da evini tadil etme kudreti olmayan vatandaştan evi yirmibeş bin liraya satın alıp, şimdi yirmi misli değer kazanmış malikâneye sahip olan Suat Kılıç da yaptığı yazılı açıklamasında aynı gerekçeye sığınmamış mıydı? Tiyatrocu gibi konuşup, aslında hiç bir şey söylememe başarısı gösteren Suat Kılıç’ın serbest piyasa konusunda da son derece başarılı olduğunu bu örnekte görmüştük...
Serbest piyasa kuralları içinde kaldıktan sonra her şey meşrûdur!.. Dolayısıyla Dörtyol Emniyeti’nin kantin işi de meşrûdur!.. Bütün bunlar meşrû olduktan sonra, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” sorusu da, apoletleri söktürme tehdidi de yasal sınırlar içindedir!..
Duvar dibinde, bir suçlu gibi ellerine numara verilerek, teşhis için dizilen polislerin o görüntüsünün sorumlusu biziz...
Biz ki, milletçe bunları o duvarların dibine dizemedik... Her şeye müstahakız ve lâyık olduğumuz üzere yönetiliyoruz...
Kabul edelim ki, Dörtyol’da duvar dibine dizilen aslında o polisler değil, o polislerin şahsında millettir... Duvar dibine dizilen, bir anlamda diz çöktürülen, milletvekilinin şımarık oğluna şamar oğlanı yapılan o polisler değil, devlettir...
Van’da BDP’li bir milletvekilinin doktor tokatlamasından daha aşağılayıcı olan bu görüntüler, tek başına iktidarın, kişileri hak ve adalet duygusundan nasıl koparıp, devlet geleneğimizin altını nasıl törpülediğine dair çok kötü bir örnektir... Basına yansımayanları hesaba kattığımızda, nasıl bir şımarıklık ve küstahlığın kol gezdiğini tahmin etmemek mümkün değil...
Son olarak, polislerle ilgili bir noktayı merak ettiğimi aktarayım... MHP’nin koalisyon ortağı olduğu dönemde, polisleri yakından ilgilendiren iki olumsuz örnek yaşanmıştı... Birincisi Samsun’da gerçekleşmişti... Türk Dünyası Kurultayı sırasında bir polis memuru, bordrosunu dönemin Başkakan Yardımcısı Devlet Bahçeli’ye göstermek istemiş ve orada kameraların önünde tatsızlık yaşanmıştı... İkinci örnek de Meclis içinde gerçekleşmiş, Sadi Somuncuoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığının önlenmesiyle ilgili yaşanan arbedede bazı milletvekilleriyle görevli polisler arasında yine kameralar önünde gerginlik meydana gelmişti...
Polis camiası bunları unutmadı ve MHP’yle arasına takip eden ilk seçimden itibaren büyük oranda mesafe koydu... Bakalım o gün doruğa çıkan hassasiyet, bugün ondan çok daha aşağı bir muamelenin muhatabı haline getirilen polis camiasında ne gibi etkiye yol açacak?
Not: 30 Temmuz 2012 tarihli Yeniçağ Gazetesi'nden iktibas edilmiştir.
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi