Meraklısına tırışkadan nağmeler
Kurtlar Vadisi’ndeki ihtiyarların toplandığı o mağaradakine benzesin diye loş bir odada bir araya geldiler... Camları, kapıları, çekmeceleri, açılıp kapanan ne varsa sımsıkı kapattılar... Fişler, prizler tekrar tekrar kontrol edildi... Çünkü Ağabey’in söyleyeceği çok önemli şeyler vardı... Birden bu kozmik toplantıda bir şeyin eksik olduğunu fark ettiler... Evet, dışarıdan dinlemeyi önleyecek bir radyo eksikti... Ağabey eski tecrübesine dayanarak, odadakilerden birisine transistörlü radyo getirmesini söyledi... İçlerinden birisi “Ağabey lambalı radyolar kırk sene önce tedavülden kalktı, zaten hepsi transistörlü” deyince, bundan niye kendisinin haberdar olmadığına kızarcasına “Hımmm” yaptı ve anlamış gibi başını ağır tempoda salladı... Sonra radyo geldi... Casusluk teknolojisi artık Avustralya’daki bir kanguru yavrusunun aklından geçeni bile okuyacak seviyeye gelmişti ama her ne hikmetse bir odada radyo çalışıyorsa oradan dinleme yapmayı becerememişti!.. Eletkromanyetik titreşimine kurban olunası radyoyu açtılar... Düğmeye basıldı yani!.. Her ne kadar radyoda Mediha Şen Sancakoğlu veya Neriman Altındağ günleri geride kalmış olsa da İbrahim Erkal veya İsmail YK ile de idare edilebilirdi...
Toplantıya başlamadan önce, savaşın bittiğinden habersiz ormanlarda otuzbeş-kırk sene saklanan Japon askerlerinin aziz hatıraları önünde eğildikleri haberleri bağımsız kaynaklar tarafından doğrulanmadığı için bu konuda bir şey diyemiyoruz... Ağabey çok önemli bir sırrı paylaşacak gibi duruyordu... Gözlerini hafifçe kıstı, sesine olgun devlet bilgesi edası yükleyerek “Ülke çok zorda” dedi... On yıldır bunu fark etmeden yaşayıp giden odadaki diğerlerinin gözleri fal taşı gibi açıldı... Evet, büyük sır buydu!.. Ağabey kim bilir daha ne çok şey biliyordu? O derya gibi bilgiden şimdilik bir katreyi bağışlamıştı sadece!.. O ara radyodaki program değişmiş, yurttan sesler korosu başlamış, ’Gemilerde talim var/Bahriyeli yarim var’a geçilmişti... Ülkenin tehlikede olduğunu Ağabey’in ağzından öğrenen odadakilerin tüyleri diken diken olmuştu... Şimdiye kadar niye fark edip, göreve soyunmadıkları ise tam bir muammaydı... Demek ki, onbeş gün önce çok önemli bir şeyler yaşanmıştı... Odadakiler şoku atlatamamışken Ağabey sessizliği yarıp, bir kararlılık patlaması yaptı: “Parti de, ülke de satılık değildir!” Aborjinler mi, Peru’dan Meksika’dan Mayalar mı, İnkalar mı kim olduğu bilinmeyen karanlık güçler partiyi serbest piyasa şartlarında satın almaya kalkmışlardı... Ama o kendini bilmezler bir şeyi hesaba katmamışlardı... O da asla kül yutmayan Ağabey’i!.. Geldi ve mukadderata el koydu!.. Partinin bağrına düşman dayamışken hançerini, o nefsini ayaklar altına alıp koştura koştura gelmez miydi? Bütün düşmanların, Uruguay’ın, Etiyopya’nın, Sasanilerin (pardon onlar tarihten silinmişti galiba) Mozambik’in, kırmızı urbalıların, Daltonlar’ın, Hayati Hamzaoğlu ve Hüseyin Baradangillerin oyunlarını bozmaz mıydı? Odadakiler hayranlık içindeydi... İçlerinden birisi dudakları titreye titreye “Bilgeler ölmez” diye iç geçirirken, bir diğerleri sevinç gözyaşlarına boğuldu... Bir ara tutanak tutan arkadaşın tutanağa tarih atmasıyla ilgili küçük çapta kriz yaşandı... Tutanakçı “Hangi yüzyıldayız?” diye sorunca, çoğunluk 20. Yüzyıl dedi... Birisi “Galiba 21. Yüzyıl” demeye kalkışınca, odadaki bazı duayenler “Yok deve, daha 19. Yüzyıl’dayız” diyerek ortalığın gerilmesine yol açtılar... Sonunda işin içinden çıkılamayınca Ağabey tartışmaya el koydu... Bu konuda en son kim herhangi bir kitap okumuşsa ona görev verilmesi teklif edildi... İçlerinden birisi bu görevin hakkı olduğunu, 22 yıl önce yemin billah en son Zagor’u okuduğunu gururla haykırdı... Bir diğeri ise belgeli konuştu... İç cebinden Örümcek Adam’ı çıkararak kültür seviyesini kafalara çaktı, farkı bastı... Bunun üzerine bir dahaki toplantıya yaşadığımız tarihle ilgili kesin bilgi getirme görevi kendisine verildi... Ağabey ise şu anda vakit kaybetmemeleri gerektiğini şu orijinal cümleyle işaret buyurdu: “Arkadaşlar ülke zorda!..” Toplantı esnasında, öznesi yüklemi yerinde tamı tamına üç veya dört anlamlı cümle daha kurulduğuna dair rivayetler var... Ama içerideki o kahrolası radyonun yaptığı parazitler yüzünden hepsini tam olarak öğrenemedik... Ama rahatız... Biliyoruz ki, Ağabey’den bir hayırsızlık sâdır olmaz... O kendisi tehlikeyi on yıldır hissetmemiş ve Ashab-ı Kehf gibi donmuşsa bir bildiği vardır!.. Ve şimdi dönüp koştura koştura gelmişse yine bir bildiği vardır!.. Tartışmayalım, ne de olsa emir demiri keser!.. Baş başa bağlıdır, baş da padişaha bağlıdır!.. Neyse, gelelim o gizemli toplantının finaline... Radyonun sesini kıstılar ve fişi taktılar... Fiş denince hemen yanlış anlaşılmasın, bilgisayarın fişi!.. Cem Yılmaz’la Mazhar Alanson’un oynadıkları “Her şey çok güzel olacak” filmini seyre koyuldular... Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine diyebiliriz!.. Gökten üç elma düştü... Tesadüf bu ya, üçü de on yıldır ülkenin ve partinin bu denli zorda olduğunu bilmeyenlerin kafalarına düştü... Böylece kendilerine geldiler...
Yiyen yer, yutan yutar, yutamayan da gargara yapar...
Hazım problemleri olanlar için sodalar da hazır zaten...
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi