Aslan gücünden düşse, karınca oyar gözün
Tarih, bu millete şu gerçeği acı tecrübelerle öğretti: Tutunacaksanız, güçlü kalmak zorundasınız... Elbette güç, sadece ‘silahlarınızın vuruculuğu’ veya ‘ordunuzun caydırıcılığı’ demek değil...
Nazarların odaklandığı bir coğrafyada, ihanetlerden sonra ancak kurtarılabilmiş bu topraklarda, tecrübeyi kuşanmış, ‘millî bağ’ın hayatiyetine inanan, Türklüğü sadece ’etnik kimlik’ olarak değil, en rasyonel ‘siyasî kimlik’ olarak benimseyen bir yönetim anlayışından başka seçeneğimiz yok...
Türk’ün bu coğrafyada ‘sendeleme’ hakkı bile olamaz... Biliyoruz ki, memleket memleket küçülürken, tarihî kinlerini ustalıkla saklamış ne kadar kavim varsa hınçla vurdular Türk’e... Dünün ‘efendi’si mübadil tekneleriyle Anadolu’ya yollanır, çoğu yollarda dökülürken, Türk’ün bundan sonraki hayata dair ’referans’ı yazılmıştı adeta; uyuklamak haramdı bize..
Bir Kerkük hoyratının “O yar gözün/ Kim gördü o yar gözün/ Aslan gücünden düşse/ Karınca oyar gözün” dizelerinde ifade edildiği gibi dün adaletle hükmettiği topraklarda gücünden düşer düşmez aslanın gözünü karıncalar oydu... İyileşip ayağa kalktığında artık zehir tadında bir tecrübesi vardı... Devletin ve soyun bekâsını bu tecrübeyle örmek mecburiyetindeydi...
Bugün belki de en büyük zaafımız, bu tecrübeden nasipsiz bir yönetime mahkûm olmamız... ‘Devlet gücü’nü ‘etnik bölücülük’le becayiş ederek, kendisine yeni bir siyaset kulvarı açmayı düşünen ve bu uğurda hiçbir devlet sorumluluğu hissetmeyen iradenin elinde tarihî bir kumar oynuyoruz...
Dünün ‘Artık gâvura gâvur denmeyecek’ algı düzeyinden, bugün ‘Artık teröriste terörist denmeyecek’ derecesine doğru evriliyoruz!.. ‘İhanet, kapıyı aralanmış görmesin, derhal ardına kadar açar’ pratiğinden habersiz biçimde yol alıyoruz...
‘Ateşle imtihan’da o ateşin hangi tarafında oldukları belirsiz tipler, basma kalıp cümlelerle, budala gibi davranmamızın önemini şöyle vurguluyorlar: “Osmanlı da, çok uluslu bir yapıydı, ama hoşgörü içinde asırlarca insanları bir arada yaşattı!..”
Milletin zekâsıyla dalga geçer gibi söylüyorlar bu narkotik cümleleri... Osmanlı’nın adaletini besleyen o gücü olmasaydı, yüzyıllarca hüküm sürebilir miydi? Geçelim hepsini, Bulgar çetelerinin önünden Çatalca’ya kadar ricat eden düzenli ordu da bizim değil miydi? O ’adaletin hatırı’Osmanlı’yı niye kurtaramamıştı? Güçten düştüğünüzde,
otoriteniz sarsıldığında sizi neyi beklediğine dair bunlardan daha çarpıcı örnekler bulunabilir miydi?
Bu gevşekliğin nasıl bir domino etkisi meydana getirdiğine dair küçük bir örnek verelim... Dünkü Milliyet’te Fener Rum Patriği Bartholomeos’la röportaj var... Kürtçülerin “Devlete diz çöktürdük. Bakmayın Erdoğan’ın afra tafrasına, süreci yöneten ve şartları koyan biziz, İmralı’ya kimin gideceğine biz karar veririz, bundan sonra da nerede gerilla görürsek sarılıp bağrımıza basacağız” sözlerinin olgunlukla karşılandığını, “PKK’ya terörist örgüt diyemezsiniz” diyen ‘namert’ gazeteci ve artistlere dokunulmadığını gördükçe onun da dili değişmeye başladı... Patrik, Heybeliada Ruhban Okulu’yla ilgili “Nerede bizim okulumuz, nerede insan hakları” şeklinde geçmişten farklı bir üsluba bürünmüş... Zincirleme etki bu olsa gerek...
‘Gevşeklik’ kurumsal nitelik kazanıp, devletin tepesinde ‘hâkim ideoloji’ olarak hüküm sürdükçe bu ve benzeri tabloları görmeye hazır olalım... Çünkü bu mevsim, bulaşıcı virüslerin azdığı, ‘bastırılmış’ duygu ve taleplerin açığa çıktığı mevsim...
Aslanın gücünden düştüğünü hisseden karıncalar yine işbaşında... Millî karakterden ve tarihî tecrübeden arındırılmış bir başkent siyaseti, bu topraklarda Türk’ün varlığını ve istikbalini riske atıyor... Bunun başka adı yok...
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi