Milliyetçiliğin bitmeyen dramı
Dünkü yazımda, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde, son olarak da Norveç’te yükselen ırkçılığı ve bu ırkçılığa kaynaklık eden ‘İslâm karşıtlığı’ve ‘yabancı düşmanlığı’nı örnek göstermiş, yazıyı şu soruyla bitirmiştim: “Ya Türkiye? Batı ülkelerine oranla ‘muharrik unsur’açısından çok daha ‘verimli’ bir ülke... Hem işsizlik oranı daha yüksek, hem daha fakir, hem de üniter yapısı çok büyük bir tehdit altında... Benzeri yaşansa ırkçı dalganın bütün Avrupa’yı esir alması mümkünken, Türkiye’de bırakın ırkçılığı, milliyetçilik neden yükselmiyor?”
Elbette ırkçılık, sömürgeci kültürün, “Kişi bir hayvan gibi davrandığı için yaşama hakkını kaybedip kendini köle olmaya uygun bir duruma getiriyordur” diyen felsefî rahimin ürünüydü... ‘Irkın saflaştırılması’anlamında kullanılan ‘öjenik’kavramı da ancak böyle bir zeminde hayat bulabilirdi...
Doğu bu konuda mâsumiyeti ifade eder... Hem coğrafî kökenimize hâkim olan kültür, hem de ırkçılığı kesin bir dille reddeden İslâm’ı benimseyişimiz dolayısıyla ırkçılık bu topraklarda hiç karşılık bulmamıştır... Türk milliyetçiliğinin sistematiğini kuran Ziya Gökalp’in bile ‘ırk’ın ‘zooloji’nin konusu olduğunu ifade ederek, milliyetçiliği ‘kültür’le açıklaması, bizdeki milliyetçilikle Batı’nın ırkçılığı arasındaki farkı ortaya koyar...
Milliyetçilik daha çok ‘tehlike’ anında hissedilir, milletler ‘düşman’ın artan tehdidi karşısında bu duyguya sarılırlar... Doğrusu milliyetçilik ‘rahat zamanlar’ın ve ‘gevşekler’in ideolojisi değildir... Doğaldır ki, tasfiye, parçalanma veya ‘devletine ortak edinme’ tehdidi altındaki günümüz Türkiye’sinde milliyetçiliğin yükselmesi, bu yükselişin de siyasî tabloya yansıması gerekir...
Bunu herhangi bir yapıyı, milliyetçi parti, dernek, vakıf veya yayın organını eleştirme adına değil, yarınların doğru kurgulanması adına topyekûn muhakeme olması için sorgulamaya çalışıyorum... Batı’da ‘olmayan tehditler’ üzerinden bile halklar ırkçılığa kayarken, geleneğinde başka kavimleri ötelemek olmayan Türk milleti, üzerine çöken karabasana rağmen neden milliyetçi yapıları zirveye taşımıyor?
Milliyetçilerin tehdit olarak hissettiğini eğer halk hissetmiyor, ‘Türkiye karanlık bir sürece girdi, ülke parçalanmaya götürülüyor’tespitleri yeterince karşılık bulmuyor ve bu yüzden siyasî tercihler değişmiyorsa, buradaki ‘güven’, ‘itibar’, ‘iletişim’ ve ‘etkileşim’probleminin kaynağı hangi taraftır? Nasıl düzeltilebilir?
Anketlerde kişinin kendini tanımlamasında ‘milliyetçi’ tercihi birinci sırada çıkıyor... Bu cevap aslında ‘Türkiye’de milliyetçilik neden yükselmiyor?’sorusunu anlamsız hâle getiriyor... Yükselen bir milliyetçilik var ama kendisini ifade sıkıntısı çekiyor... Eğer bir insan en önemli siyasî özelliği olarak ‘milliyetçi’liğini gösteriyor ama siyasî tercihini milliyetçiliği ayaklar altına aldığını açıkça ifade eden siyasetçi lehine kullanabiliyorsa, dünyada benzeri görülmeyen bu paradoksun gerekçeleri neler olabilir?
Milliyetçiler, ‘kendilerini milliyetçi hissedenler’in sayıca önemli bir kısmını neden ikna edemiyor? Ya da tam tersinden soralım: ‘Kendilerini milliyetçi hissedenler’in sayıca önemli bir kısmı, milliyetçilere siyaseten neden yeterince itibar etmiyor? Artık patolojinin konusu olması gereken bu güvensizliğin veya ilgisizliğin sebepleri neler olabilir ve nasıl aşılabilir?
Ya ‘algı’sorunuyla karşı karşıyayız, ya da ‘inandırıcılık’... Birincisi ‘hedef kitle’nin, ikincisi ise ‘mesaj veren’in problemi... Ve milyonlarca milliyetçi seçmenin ‘milliyetsiz tercih’i Türkiye’nin problemi...
Bu yarınların doğru kurgulanması adına kafa yorulması gereken bir dram aslında; milliyetçiliğin dramı...
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi