O tabela!
Devletin valisi gak-guk etmeyecek!.. Verdiği kararın arkasında duracak ve savunmasını bilecek, savunabiliyorsa!.. Öyle “Boyası dökülmüştü, paslanmıştı, görüntüsü pek iyi değildi” demeyecek, gerçek gerekçeyi açıklayacak; herkesin bildiği ama üçüncü sınıf bile sayılmayacak mazeretle örtmeye çalıştığı gerçeği... O vakit ‘devlet adamlığı’ndan biraz daha az yemiş olacak!..
Diyarbakır Valisi de çok iyi biliyordur ki, Türkler bu toprakları şu anda Türkiye’de var olan hiç bir etnik gruptan emanet almadılar... Bu topraklarda Türklerden ‘dâvâcı olmaya haiz’ bir tek etnik topluluk yoktur... Çünkü bu sınırlar içinde işgal yöntemiyle egemenliğini Türklere kaptırmış bir başka kavim, ulus, aşiret her neyse yaşamıyor... Kendilerini Diyojen’in varisi sayabilen hokkabaz varsa, ilân etsin, masaya oturalım!.. Onun dışında Türkiye’de kim varsa ya Türk’tür, ya kardeştir, ya da gayrîmüslim azınlıktır, vatandaştır...
Bir kararlılığı ortaya koymak lâzım artık... Hangi etnik grubun toprağını işgal ettiysek, kimin var olan devletini yıkıp, hükümranlığına son verdiysek, varisleri bulup iade edelim!.. Diyarbakır’da o tabela ‘devlet marifeti’yle indirilirken, alkışlar ve flaşlarla eşlik edip, ‘tarihî an’ı kaydedenler Sultan Alparslan’ın Malazgirt’te yendiği Roma İmparatoru’nun torunları değildi herhalde!.. Sahi Selçuklular, Osmanlılar veya Türkiye Cumhuriyeti onlara ait hangi devleti tarihten silmiş, onlara ait hangi egemenliğe son vermiş, hangi toprağı işgal etmiş? Türk’ün Haçlılardan kanıyla arındırdığı topraklarda hayat alanı bulmanın ve kardeşçe yaşama şansı yakalamanın yüzyıllar sonraki karşılığı bugün bunları konuşmak mıdır?
Aslında bugün için bu soruların muhatapları, kardeşçe yaşama iradesini hâlâ koruyan makul Kürtler veya bölücüler değil, tarihî gerçeklerden habersiz, sosyoloji bilgisi ve milliyet duygusundan nasipsiz yöneticilerdir... ‘Bahar gelecek’ zannıyla Cehennem’e odun taşıdıklarından habersizler... Türk’ü anlatan, sembolize eden ne varsa devlet hayattan sökülüp atıldığında ‘barış’ın sağlanacağına inanıyorlar... Oysa bunun bölücü çevrelerde ‘PKK’nın mücadelesinin sonucu’havasına hizmet ettiğini, diğer tarafta ise tepki olarak Kürt düşmanlığının yaygınlaşmasına yol açtığını ya görmüyorlar ya da ihanet içindeler...
Ülkeyi yönetenler ve danışmanları!.. Osmanlı’yı Türk milliyetçiliğinin parçaladığını zanneden zavallılar!.. Osmanlı’da ortaya çıkan milliyetçilik akımlarına en son kapılanın Türkler olduğunu, bunun keyfiyetten değil, yakılıp yıkılırken ‘kendine tutunma’mecburiyetinden kaynaklandığını bilmeyen fikrî sefaletin sahipleri!.. Cihan devleti yıkıldıktan sonra ‘ulus devlet’in seçeneklerden biri değil, ‘tek seçenek’ kaldığı gerçeğini kabullenmek istemeyen kafalar!.. Dolayısıyla açık açık dillendirmeseler de, yaşadığımız problemlerin ‘ulus devlet’in marazları olduğuna inanan ve bu niteliğin değiştirilmesiyle birlikte ‘büyülü bir çözüm’ün ortaya çıkacağı safsatasına gizlice iman eden ve parça parça hayata geçiren koca koca adamlar!.. Sanki Osmanlı Devleti son dönemlerinde fermanlarla, yasalarla, anayasalarla ‘çözüm’ü yakalamış gibi, bunlar da resmî hayattan Türklüğü çıkararak aynı başarıyı elde edecekler!..
Şahsen kendisini Türk hissetmeyenlerin altından geçtikleri bir tabelayla ayıkacaklarını ve Türklüğe avdet edeceklerini düşünmem... Tersine asimilasyonla Türklüklerini unutan milyonların, bütün imkânlar kullanılarak aslî kimliklerine rızayla döndürülmesini çok daha önemli görürüm... Ama bu ‘hayatî gereklilik’ten gittikçe uzaklaştırılıyoruz... İşaret buyurmasıyla Mardin Türkmen dağındaki yazıyı sildiren Cumhurbaşkanı, geldiğinden beri ‘ret, inkar ve asimilasyon politikalarını kaldırmak’la övünen bir Başbakan ve işgüzar valilerle nereye gidilebilir ki? Alkış, zılgıt ve flaşlar eşliğinde gerçekleşen o ‘tarihî an’pek çok kişiye Sovyetler’in yıkılmasından sonra devrilen Lenin ve Amerikan işgalinin ardından yerle bir edilen Saddam heykelleri etrafındaki tepinme ve bağırışları hatırlattı... Beklenen fırsat yakalanmıştı ve hınçla vuruluyordu... Artık zembereğin boşalma vakti gelmişti, biriktirilmiş kin kusuluyordu... Bizdeki biraz daha farklıydı... Sanki ‘direniş’e mağlup olmuş ‘işgal gücü’ bölgeyi taksit taksit terk ederken, onu temsil eden semboller de ağır ağır ortadan kaldırılıyordu... Eh “Sen Türk’üm dersen” diye başlayan dil ve gelenek de buna oldukça elverişliydi...
Evet, milliyetçilik Osmanlı’yı yıkan faktörlerden birisidir... Ama bu yıkılışta Türk milliyetçiliğinin parmak izi yoktur... Türk milliyetçiliği, imparatorluk coğrafyası etnik alevlerle tutuşmuşken, hiç olmazsa Misâk-ı Millî’yi kurtarmak için ‘kendine sarılma’gayretidir... İyi de yapılmıştır ve bu sayede yaşadığımız topraklar kurtarılmıştır...
Bunu unutanlar, şimdi ‘paslı, boyaları dökülmüş’ gerekçelerle siyaset yapıyorlar... Bu kafayla gidilirse bir gün ‘söküktü, rengi soluktu’diye bayraklar da indirilmeye başlanır... Zaten “Bayrağın adı neden Türk bayrağı?” sorusu bile rahatlıkça televizyon ekranlarında sorulabiliyorsa artık hiç bir şeye şaşırmamak gerekiyor...
Bu bir kavga!.. Bu topraklar için ‘ter dökenler’le ‘şer dökenler’in kavgası!.. Ve bizim seçeneklerden birisi ‘kaybetmek’olan iki seçeneğimiz yok!..
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi