O tekme
O tekme, vicdansızlığın, kuralsızlığın, raconsuzluğun nasıl da iğrenç bir kültüre ve ideolojiye dönüştüğünün resmidir...
Neresinden bakarsanız bakın namertçe bir tekme o... İsterse o protestocu haksız olsun, hatta ağzını bozmuş, hakarete yeltenmiş olsun... Yerin altından acı fışkırırken, sinirler bu kadar gerilmişken, olgunluğu şimdi göstermeyeceksin de ne zaman göstereceksin?
Konu tek başına o müşavir bozuntusu değil... Konu bu topraklara özgü ‘kavga kültürü’nün baskın siyasî anlayış karşısında yok olması... Bizim kadim kavga kültürümüzün yazılı olmayan kuralları vardır... Düşene vurulmaz, kalkması beklenir... İki kişi kavga ederse üçüncü kişi ayırır... Karısının ve çocuklarının yanında hasımla kavga edilmez... Üç-beş kişi bir adamı dövmez... Kadınla kavga edilmez... Arkadan habersizce saldırılmaz... Yaşça büyük olanın küçük biriyle kavga etmesi ayıp sayılır...
Egemen siyaset kadim kavga kültürümüzü de bozdu... Her şey kuralsız hâle geldi... Kaç yakınını kaybettiği bilinmeyen acılı vatandaşa sıralanan o tekmeler işte bu kuralsızlığın, kibirli ve şımarık muktedirler elinde nasıl ete kemiğe büründüğünü bir kere gösterdi... Sanki kendisi bütün sıfatlarından bağımsız olarak dikleniyormuş gibi “Cübbeni çıkar da gel”, “Ananı da al git” diye seslenen mantığın gölgesinde, “Sen düşünme, dediğimi yap, biz kanunu arkadan çıkarırız” diyen müsteşar, halka ‘gavat’ diye tepki koyan vali, karakolda polislere söven özel koruma, acılı vatandaşa tekme sallayan müşavir olarak filizlenmedir bunun adı...
Devletin gücünü arkasına alarak atılmış bir tekmedir o... Acaba aynı kişi sıfatlarından arınmış biçimde, Kızılay’da tek başına yürürken o vatandaşla karşılaşsa ne yapabilir tabanları yağlamaktan başka... O fotoğrafta gördüğümüz büsbütün bir rezillik elbette... Ama o fotoğrafı daha da iğrenç hâle getiren, dövülen kişinin zatengüvenlik güçleri tarafından derdest edilmişken yani çaresiz biçimde etkisiz duruma düşürülmüşken eziyete uğraması... ‘Raconsuzluk’tan kastımız bu... Hayatın her alanında adaletsizliği ve haksız rekabeti ilke hâline getirenlerin içine düştükleri ve utanma duygusunu kaybettikleri zorbalıktır söz konusu olan...
Yani o fotoğraf, o ânın fotoğrafı değildir sadece... Bir devrin, bir kültürün, mevcut siyasî anlayışın objektiflere en objektif biçimde yansımasıdır... Bu yazı kaleme alınırken, gerekçe henüz açıklanmamış, daha doğrusu hikâye henüz uydurulmamıştı... Fakat uyduracakları hiçbir hikâye o tekmeyi ‘münferit’ hâle getiremeyecek, tek başına hiçbir numarası olmayacak bir çapsızlık kültürünün arkasına devleti alınca nasıl zalimleşebildiği gerçeğini örtemeyecektir...
İroniye bakın... Halka tepeden bakan, jakoben ve seçkinci siyasetin mağdur ettiği halk çocuklarıydı bunlar!.. Şimdi tekme sırası kendilerine geçti ya fırsatı kazaya bırakmıyorlar!.. Seçkinlerimiz değişti ama dövülen yine halk!..
İktidar ve yükseklik duygusu galiba herkeste ‘jetlag’ etkisi yapıyor... Güç hep ellerinde kalacak, bin yıl sürecek zannediyorlar... Kendilerinden önceki ‘güçlüler’in akıbetlerinden hiç ders almıyorlar... Kendi elleriyle sökülmek zorunda kalınan plaka bile ibret aslında... Bu işin bir de yarınları var, tarihte hiçbir demokrasi özürlünün kaçamadığı yarınlar... Hiçbir hukuksuzluğun yapanın yanına kâr kalmayacağı yarınlar... Şimdi devletin gücüyle raconsuz külhanbeylilik taslayanların, yarın çırılçıplak kalacağı ve “Nerede bu devlet?” diye acınası gözlerle büzüşüp bekleşeceği yarınlar... Ve o gün gelip çattığında kimsenin kimseye faydasının olmayacağı, günümüz muktedirleriyle, onların eteklerine tutunarak ömür geçirenlerin suçu birbirlerine atarak kurtulacaklarını zannedecekleri yarınlar...
Ümitsizlik inanç sahibinin işi değil... ‘Küfr ile durup da zulm ile durmayacak’ dünyada zulüm elbette payidar olamayacak... Eğer bütün bu yaşadıklarımız işin fıtratında olan ‘olağan şeyler’se, tarihte ne ‘olağan şeyler’ yaşanmış ona da dikkat kesilmek gerek!.. Tahtı tacı bırakarak çıkılmış ‘olağan yolculuklar’, ‘olağan tükenişler’ gibi... Yaşadığımız büyük felaketler bile kendilerini gözden geçirmeye vesile olmuyorsa, bunun sonu elbette ‘olağan siyasî helâk’tir... Tarih böyle söylüyor çünkü...
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi