Telvin Hüsn-ü Hat Sahaf Şiir
Anasayfa > Adnan İslamoğulları > “Yok”ların arasından bir “var” çıkarmak: Bir hayâl-i muhâl mi?

12 Eylül 1980’den bu yana 31. yıl…


“Yok”ların arasından bir “var” çıkarmak:


Bir hayâl-i muhâl mi?



Bir varmış bir yokmuş, dile kolay, tarihler otuz bir seneye dönmüş.. Otuz bir senenin bahârı geçmiş, otuz bir senenin kışı geçmiş, güzü geçmiş, yazı geçmiş. 12 Eylül’ün üzerinden tam otuz bir yıl geçmiş. Otuz bir yeni nesil gelmiş. İlk nesil otuz bir yaşında artık, son nesil ise kundakta…


Ve biz 12 Eylül yazıları yazmaya devam ediyoruz…


12 Eylül dönemi baş aktörlerinin ve önemli karakterlerinin büyük çoğunluğu hayatta değil bugün..  


Başrol oyuncusu  Kenan Evren isimli herif-i nâ-şerif hayatta. Sondaya bağlı…


Yoğun bakım ünitelerinin gediklisi artık. Dilerim daha çok uzun yıllar yaşar gediklisi olduğu yoğun bakım ünitelerinde, EKG cihazlarına bağlı, ama şuuru yerinde olarak, belki de ölümü isteyerek, beslemektense asmayı tercih ettiği ’78 neslinin çocuklarını her gece rûyâlarında görerek, sağına dönse Selçuk Duracık’ı, soluna dönse Halil Esendağ’ı görerek, uyusa Mustafa Pehlivanoğlu’nu, uyansa Ali Bülent Orkan’ı görse ve diğerlerini.. hepsini.. darbenin meşrûiyeti(!) için “şartların olgunlaşmasını” bekledikleri zaman içinde can veren bütün vatan evlâdını…   


12 Eylül rejiminin aktörleri çoğunlukla hayatta değil bugün, ama isim babalığını yapmadan câmi avlusuna bıraktıkları bir gayrı meşrû çocukları hâlen ayakta;


Özalizm”.


Kısa şortla denetlediği birkaç asker ve gittiği Cuma namazları hâricinde ondan geride kalan, devlete ve insanımıza  bıraktığı kalıcı bir liberal ahlâksızlık, “üç beş çapulcu”nun ülkenin her tarafına yolladığı on binlerce şehit evlâdı, sönen ocaklar, “üç beş çapulcu”nun şımarttığı bir etnik-faşist Kürt siyâseti, “üç beş çapulcu”nun ağzına elma şekeri gibi verilen ayrıcalıklar, istinaf mahkemeleri, “üç beş çapulcu”nun âlâ-yı vâlâ Habur karşılamaları…  


Süleyman Demirel hâricinde 12 Eylül’ün siyâsîleri de yoklar artık.


Bülent Ecevit vefât etti. Son hâtırası Başbakan olarak sarf ettiği şu sözlerdi:


“ABD Apo’yu bize neden teslim etti anlamadım!..”


Necmeddin Erbakan vefat etti. Son hâtırası:


“Ardında Türkiye Cumhuriyeti’ne 1, 2 ve 3 numaraları bırakmaktı”… Bıraktı ve gitti.


Alparslan Türkeş vefât etti. Ardında:


“Bir büyük mücâdele, sayısız hâtıra, sayısız sır ve kaotik bir câmia” bıraktı ve gitti…


Ve bir devrin, bir neslin sembol ismi Muhsin Yazıcıoğlu da vefât etti. Ardında:


“Milletine adanmış bir ömür, sır dolu bir ölüm ve arkasında operasyon yemiş, devşirilmiş bir parti” bırakıp gitti…


ÖLENLER ÖLDÜ, KALAN SAĞLAR BİZİM Mİ?



Ölenler öldü…


Arkalarında mücâdele ile tüketilmiş ve bir millete adanmış dolu dolu koskoca bir ömür bıraktılar.


Bu gün bu satırların yazıcısından tutunuz da okuyucusuna kadar, şehit cenâzelerinde bozkurt işâreti yapan gençlerden tutunuz da Ayasofya önünde sağ elinin işâret parmağını kaldırarak bayram namazı kılan gençlere kadar, köşelerinde Ülkücü Hareket adına yazarlığa heveslenip üç beş kelime ile ahkâm/racon keseninden tutunuz da gelecek adına bir ümit ışığı yakarım diyerek sorgulayanına kadar, küçük/minik/ufacık/minnâcık ve içi boş/boşaltılmış “iç iktidar mevkîleri”nde Muhsin Yazıcıoğlu’nu ve mâzisini pazarlayanlarından tutunuz da Ülkücü Hareket“büyük iç iktidar mevkîleri”nde babalarının miras terekesinden çıkmış mal muâmelesi yapanlarına kadar, yorgunluklarından, yılgınlıklarından ve ümitsizliklerinden köşelerine/kûşe-i uzletlerine çekilmiş ve tecerrüd etmiş olanlarından tutunuz da konsümasyon yapmadık parti bırakmayıp “yuvaya dönen”(!) ve azimle siyâset edenlere kadar, derin devletçisinden ulusalcısına, İslâmcısından liberaline, Nizâm-ı Âlemcisinden Turancısına kadar, âliminden câhiline, silahşöründen teorisyenine, kültürcüsünden aksiyonerine, muvazzafından gönüllüsüne, delegesinden il başkanına,  ocak başkanından divan üyesine, milletvekilinden seçmenine kadar, şâirinden solistine, akademisyeninden bürokratına,  köşe yazarından sanayicisine kadar, gencinden yaşlısına, eskisinden yenisine, emeklisinden faaline, bağımsızından bağımlısına ve bunların âilelerine kadar birkaç milyon insanın hayatını etkileyen bir hareket “ülkücü hareket” ve birkaç milyon insanın hayatını etkileyen kavram “ülkücülük”


Bu büyük kalabalıkların içinden “ölenler öldü, kalan sağlar bizimdir” diyecek olanlar çıkacak mı?


Bunun sancılarını yaşıyor hareket. Bu sancılar yeni, yepyeni bir vizyona mı gebe yoksa mukadder sona mı? Bunu zaman gösterecek.




DERE TEPE DÜZ GİTTİK, BİR ARPA BOYU YOL GİTTİK



Ülkücülüğün ne olduğuna dâir birikim ‘70’li yıllarda yazılanlardan bir adım öteye gidebilmiş değil aslında.


Bir cümleyle hülâsa edilebilme özelliğini muhafaza ediyor hâlâ.


“Aşkın bir vatan ve millet sevgisi…”


İfâde etmeliyim ki, çok da orijinal değil aslına bakarsanız. Bu ve buna benzer ülkücülük târifleri, bu gün “Pembe İncili Kaftan”ı okumuş bir ortaokul çocuğunun kaleminden çıkacak kadar basit ve sıradan. Basitliği ve sıradanlığı, vatan ve millet sevgisinin tabii olarak fazlaca müşterek bir his olması. Ülkede yaşayan, ülkeyi seven, vatanı seven, milletini seven, vicdânı kirlenmemiş her bir ferdin sâhip olduğu ya da olması gereken bir his.


Bunun hâricindeki tüm külliyât hakikaten “Aşkın bir vatan ve millet sevgisi…” cümlesiyle özetlenebilir nitelikte.


Takdir ve takdis edilmelidir ki “aksiyoner bir sevgi” bu, “cevvâl bir sevgi” bu, “elini taşın altına uzatmış ve bedeni taşın altında kalmış” bir sevgi bu, “bedel ödeyen bir sevgi” bu, “sevdiğinin üzerine titreyen bir sevgi” bu, “sevdiğini kıskanan bir sevgi” bu, aşkın bir sevgi olduğu için “manipülasyona açık bir sevgi” bu ve “manipülasyonlarla bile eğlenen bir sevgi” bu.



Ülkücüleri farklı kılan sanıyorum uzun felsefî, ideolojik târifler ya da târif çabaları değil,  bu ülke’yi, vatanı ve milleti sevme uslûpları; ölesiye sevmeleri ve bu hususta da ciddi olmaları, ölebilmeleri, ölmeleri, ölmeleri, ölmeleri…       


Ülkücülüğü bahse konu basitlik ve sıradanlıktan çıkaran, üzerinde uzun zamandır zihnî patinaj yapılan târifleri ve tanımlamaları değil. Ülkücülüğe keyfiyet kazandıran “bir özel isim olması”, bedeli çok ağır ödenmiş bir “müşterek mücâdele mâzisine” sâhip olunması. Ülkücülerin, içlerinden onlarca filozof, onlarca, sosyolog, onlarca şehir plancısı, onlarca ekonomist v.s. çıkmadı evet..  Çıktıysa bile hiyerarşinin, (farkındayım, bu hiyerarşi kelimesi pek sevimsiz kaçtı buraya) haydi değiştirelim kelimeyi ve yapının, câmianın içinde kalmadılar/kalamadılar diyelim. Fakat, ülkücülerin hepsi şüphesiz bu vatanı aşkın bir sevgiyle sevdiler, seviyorlar ve sevecekler.


Başka?!


Hiç..


Berlin Duvarı yıkıldı.. 


Sosyalist blok çöktü.


SSCB dağıldı.


Soğuk savaş sona erdi.


Osmanlı’dan sonra dünyayı en çok meşgul eden güçtü soğuk savaş. Henüz Osmanlı’nın yıkılışının sarstığı dengeleri yerine oturtamamış dünya, soğuk savaşın boşluğunu da dolduramadı.


Türkiye’de “müesses nizam” tesettüre girdi, kılık değiştirdi,..  


Bütün bunlara karşı Ülkücü Hareket ne geliştirdi?


Hiç..


Merhum Necdet Calp’in, Boğaz Köprüsünü “sattırmam..” da “sattırmam” diye elini masaya vurduğu açık oturum proğramlarındaki asâbî hâllerinin, “böldürmem” de “böldürmem” versiyonunu koydu ortaya..  


Kayda değer bir tek proje var mı ortada?


Nasıl bir gelecek vaad ediyor bu ülkeye, bu aziz millete?


Yeni nesillere nasıl bir heyecan veriyor?


Yetecek mi bu sevgi?


Bir gelecek kurmaya kifâyet edecek mi bu sevgi?


Türkiye’yi, bölgesinde lider ülke kılmaya, Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Kafkaslar’da, Asya’da sözü geçen, racon kesen bir ülke olmasına yetecek mi bu sevgi?


Başına çuval geçirilebilen bir ülke olmaktan, neredeyse her gün onlarca evlâdını toprağa vermekten, kaynaklarının peşkeş çekilmesinden, dünyada ilk on sırada bir üniversitesinin bulunmayışından, İnegöl kadar bir ülkenin askerlerinin/korsanlarının Akdeniz’de Türk bayrağının dalgalandığı bir gemiye çıkarak dokuz vatandaşını öldürmelerinden koruyabilecek mi, ya da hesabını sorabilecek bir devlet yapacak mı?


Mesele budur!..


Son zamanlarda matbû yayıncılığın yerini alan internet sitelerinde pek çok isim Ülkücülük üzerine yazı yazıyor. Yine ve yeniden Ülkücülük târifleri, tanımlamaları üzerine bu yazılar, Ülkücülük üzerine düşünmeğe dâvet eden yazılar bunlar. İlginçtir, yazıların ortak sorusu:


“Ülkücülük nedir?”


Bunca yıla rağmen soru aynı. ‘70’lerden bu yana soru aynı. Otuz bir yıl sonra bile soru aynı. 12 Eylül’e rağmen soru aynı. 


Aradan geçen zaman tamı tamına kırk iki sene.. Ülkücü Hareket’in çok büyük bir darbe yediği 12 Eylül İhtilâli’nin üzerinden geçen zaman da otuz bir sene…


Hafızalarımızda daha dün gibi tâze o gün. 


Yaraları tam olarak sarılmış değil.


12 Eylül Darbesi ile fikrî ve kurumsal bir hesaplaşma hiçbir zaman yapılamadı.


Yıldönümlerinde yazdığımız/yazılan yazıların haricinde Ülkücü Hareket kurumsal olarak 12 Eylül’le aslâ hesaplaşmadı, kurumsal olarak bunu düşünmedi bile, buna niyetlenmedi bile.  


1987 yılındaki büyük tahliyelerden sonra hukukî süreç bile tâkip edilmedi. Aynı suçtan, farklı illerde ve dâvâlarda yargılanan ülkücüler bunların ikisinden beraat ettiler ama birisinden cezâ alıp yattılar. Aynı suçlardan neden beraat ettiler ve neden aynı suçlardan cezâ aldılar, bunu soran olmadı. On yıla kadar olan cezâlarda (yanlış hatırlamıyorsam) otomatik olarak temyize giden dâvâlar hariç münferiden hiç bir dâvâ dosyasının temyiz süreci başlatılmadı. Bunun ne anlama geldiği üzerinde kimse bir tek lâf bile etmedi. Olan olmuştu nasılsa, uzatmanın âlemi yoktu gâliba!.. Mahalledeki çocukların kavgasıydı bu sanki, çocuklar dövüşürlerdi de, barışırlardı da, ebeveynlerin karışması ayıp olurdu(!). Ebeveynler de karışmadı zaten.


12 Eylül ile hesaplaşılmadığı için de devlet ve Ülkücü Hareket arasındaki marazî karâbet ve münâsebet üzerinde bir asgarî müşterekler oluşmadı.


Ülkücü Hareket  bu gün bile üzerinde mutabakata varılmış müşterek bir devlet fikrinden mahrum.


Demokrasi fikrinden mahrum.


Ekonomi fikrinden mahrum.


Dış politika fikrinden mahrum.


Avrupa ile ilişkiler fikrinden mahrum.


Ortadoğu fikrinden mahrum.


Avrasya fikrinden mahrum.


Sanat fikrinden mahrum.


Ülkücü Hareket bir “mahrûmiyet bölgesi”.


Ülkenin hangi gündemi olursa olsun, hiçbirinde homojen bir tepki bile koyamıyor ortaya.


Ülkücü Hareket, 12 Eylül ile hesaplaşmadığı için, bir demokrasi fikri olmadığı için referandumda parçalara ayrıldı. “Evet” diyenlerle, “hayır” diyenler sanki aynı ocaklardan yetişme ülkücüler değildi de, düşman kampların personeliydi, hain, satılmış sıfatları yapıştırılıverdi yine birilerinin üzerine.


Ülkücü Hareket, 12 Eylül ile hesaplaşmadığı için Davutoğlu’nun uyguladığı dış politikaya dair fikri bile yok, ne itiraz edip alternatif sunabiliyor, ne de desteklemeye cesâret edebiliyor.


Ülkücü Hareket, Avrupa’yı “Türk Federasyonları”ndan ibâret sanıyor.


Ülkücü Hareket’in bir İran fikri yok, Suriye fikri yok, olan bitenleri tâkip bile etmiyor. Kerkük’te Türkmenlere yönelik bir baskı, zulüm gerçekleşmedikçe bölge hakkında konuşacak argümanı da yok.


Ülkücü Hareket’in hâlâ ve hâlâ bir sanat fikri yok. Bir tek ama bir tek sanatçısı yok. Gecelerinde şarkı/türkü çığıran birkaç solisti sanatçı zanneden bir aymazlığın sahibi, çünkü sanata dair en ufak bir derdi yok.


Ülkücü Hareket’in edebiyatçısı yok. Olanların da esâmisi okunmuyor, çünkü böyle bir kurumsallaşma derdi yok.


Cumhuriyet dönemi Türk siyâsî tarihinin en büyük örgütçüleri(!) olarak bilinen Ülkücüler, politik değirmene su taşımak gibi pragmatik değerleri olan sendikaları hâricinde örgütlenemiyorlar. İş adamları örgütlü değil, dolayısıyla finansmanı yönetemiyor. Meslek odaları örgütlü değil, bürokrasiyi yönetemiyor. Düşünce kuruluşları yok, dünyayı ve geleceği okuyamıyor.  Kültür ve sanata dair endişesi yok, yayınevleri yok, dergileri yok, dört başı mâmur gazeteleri yok, marjinal ve üç-beş kişiden oluşmuş cemaatlerin birden fazla televizyonunun olduğu Türkiye’de Ülkücülerin televizyonu yok…



Bu kadar “yok” arasından neyi “vâr” edecek Ülkücü Hareket?


Üretken oldukları tek alan, kısır parti içi politik tartışmalar, kongreler, adaylıklar.


Uzman oldukları tek alan delege manipülasyonları, kongre manipülasyonları.


Yâni komitacılık. Komitacılık kaabiliyetleri de “içe dönük”. Birbirlerini yemek üzerine oluşmuş “yüksek”(!) bir zekânın üzerine gelişmiş bir komitacılık. Deve dişi gibi adamı, alimallah ekmek arası yapıp yiyecek bir komitacılık.    


 


AHMET DURSUN, SEBA GİTSİN SENDROMU



Devlet Bey gitsin, falanca gelsin, o olmaz,  feşmekânca gelsin.


Ne olacak Devlet Bey giderse ve falanca ya da feşmekânca gelirse?


Ne değişecek?


Parti içi demokrasi mi gelecek?


İtiraz eden, muhalefet eden, tenkit edenler baş tâcı mı edilecek?


Kimseye “hain” denmeyecek mi?


Nerede, yetişmiş, donanımlı bir ülkücü var ise bulunacak, dâvet edilecek ve hareketin hizmet kademelerinde istihdam mı edilecek, onurlandırılacak mı?


“Yok”lar “var”lara mı dönecek?


Bedevî ülkücülük telâkkîsi temeddün edecek ve medenîleşecek mi?


Hayır, bütün bunlar olmayacak; ne Devlet Bey gittiğinde, ne de feşmakânca geldiğinde. Hareketin “yapısal problemleri”nin üzerine gidilmedikçe hiçbir şey düzelmeyecek. Neden mi?


Çünkü, “MHP ülkücülere bırakılamayacak önemli bir parti” de onun için.


Tam burada, “MHP içinde dün falan vazifelerdeki, bugün ise filan vazifelerdeki arkadaşımız ülkücü değil mi yani?” gibi “naif” bir soru gelecektir. Eyvallah.. O felâncalar tabii ki ülkücüdür, amennâ. Asıl, MHP’nin “güzergâhını tâyin eden” irâdeden, “karar ânları”nda “rotayı tâyin eden irâde”den bahsediyorum. Bir “müşterek ülkücü akıl ve irâde”den bahsediyorum. Ülkücüleri MHP’de “Dolgu maddesi olarak, vizyon malzemesi olarak istihdâm eden irâde”den bahsediyorum.


İşte tam da bu irâdenin, “bir müşterek ülkücü akıl ve irâde” olması gerektiğinden bahsediyorum.


Var mı böyle bir irâde? 


Yok...


Ülkücü Hareket “yok”larını konuşmalı. “Yok”larının üzerine gitmeli.


Ülkücü Hareketin bu kadar “yok”una rağmen sâhip olduğu idealistleri var mı hâlâ?


Eğer var ise, bu idealistler yalnızca bu “yok”lara şah çekecekler.


Hiç bir dengenin hesâbını yapmadan, hiç bir baskı grubunun angajmanına girmeden hiçbir kıdem ve hatırı gözetmeden “şah” çekecekler, “yok”lara ve bütün “kötülük”lere “şah” çekecekler. 


Gerekirse yapının kendisinden bile geçecekler, ama “şah” çekecekler.


Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümünden sonra Ülkücü Hareket’in artık bir tek siyâsî yapısı kalmıştır, O da “beğenin ya da beğenmeyin” MHP’dir. Bu hâliyle bu yapı ülkücüleri temsil etmiyorsa o yapıdan da geçecek bu idealistler ve “şah” çekecekler. “Biz olmadan sizin de bir anlamınız yok”  demeğe hazır olacaklar. Gerekirse kendilerini yeniden tanımlayacaklar. Gerekirse yeniden organize olacaklar.


Yeniden yapılanacaklar. Operasyon partileri, operasyon kurumları, ülkenin asâyiş ve güvenlik sigortası olmaktan vazgeçecekler, bunu reddedecekler.


Ama ne olursa olsun, köhnemiş, çürümüş, tefessüh etmiş, zıvanadan çıkmış, şirâzesi kaymış, ölçüleri kaybolmuş, iyilik fikrini yitirmiş, vicdânı kirlenmiş, merhameti körelmiş, faal aklı dumûra uğramış, sağlıklı düşünme melekeleri yok olmuş, ferâseti zedelenmiş, basireti tükenmiş, cesâreti bitmiş bir yapıya payanda olmayacaklar, evvelâ o yapıya “şah çekecekler”, olmuyorsa da o yapının ayakta kalmasını, kötülüklerin, liyâkatsizliğin devâmını sağlamayacaklar.


Ya o yapıya sâhip çıkacaklar, ya o yapının sâhibi olacaklar, ya o yapıyı yönetecekler, ya da istepne olmaya, dolgu maddesi olmaya, vizyon  malzemesi olmaya râzı olmayacaklar.


İnsanlık ve tabiat yeni nesillerle kendisini yeniler.


Yeni yağmurlardır tabiatı canlı tutan ve yeni nesillerdir insanı ve insana dâir her şeyi yenileyen.


Bu, insanın geleceğe dâir sâhip olduğu “en kuvvetli” umuttur.


Eski nesiller kabul ederler, iknâ olurlar, yeni nesiller itiraz ederler, direnirler, değiştirmek isterler.


Çünkü vicdanları henüz kirlenmemiştir. Çünkü hâfızaları henüz tertemizdir.   Çünkü eski nesiller arasındaki tartışmalar, rekâbet ve çatışmalar onların bünyesine henüz sızmamıştır. Onlar henüz iyilerdir.


Kırk yıl öncesinin nesilleri yeni devrin hiç bir argümanına sahip değildir. Her yeni devrin kendine has siyâseti, teknolojisi, kültürü vardır ve bunlara ancak yeni nesiller hâkim olabilirler.


Eskiler statükolarının devâmıyla iktifâ eder ve bundan gerisini şaşkın şaşkın seyreder, yeni nesiller olan bitenin içinde etkili aktör olmak ister.


Eskiler, geçmişin her bir hâtırasının, kavgasının, çekişmesinin, hatasının hesâbını, çetelesini tutar ve kabul etsinler ya da etmesinler kararlarına bunlar tesir eder, yeni nesiller için yalnızca gelecek kurgusu vardır.


Eskiler dünyayı değiştirebileceklerine, yönetebileceklerine, güzelleştirebileceklerine inanıyorlardı bir zamanlar, sonra ülkeyi, sonra câmiayı ve en sonunda kendilerini yönetmekle yetinmeleri gerekli olduğuna inandırdılar kendilerini, bu bir devr-i dâim.. Yeni nesiller ise dünyaya bedel olduklarını düşünürler. Bünye taze kan pompalar, heyecanları, idealizmleri bundandır. 


Peki ya tecrübe?


Tecrübe naklolabilen bir şey değildir. Öyle olsaydı eğer, tarih tekerrür etmezdi. 




EY YENİ NESİLLER!



Onlar buna haklı olarak “tecrübe” diyorlar ama, siz kırk yaş üzeri nesillerin yorgunluğundan, yılgınlığından kendinizi muhafaza ediniz. Kendi yolunuzu kendiniz çiziniz. Mâzinin hâtıralarına sâhip çıkınız, istişâre ediniz, ama son tahlilde kendi güzergâhınızı kendiniz çiziniz. Siz de kendi yanlışlarınızı kendiniz yapınız. Kendi hatâlarınızdan kendiniz ders alınız. Kendi tecrübelerinizi biriktiriniz. Ketenpereye gelmeyiniz, zor beğeniniz, zor iknâ olunuz. Zor kabul ediniz. ‘Zor’a soyununuz. ‘Zor’a tâlip olunuz. Bir kere bile ekran başında bir strateji oyunu oynamayan, kulaklığında müzik dinlemeyen, sırt çantasında birden fazla kitap taşımayan, internette bir müze gezmeyen, lisan bilmeyen, üçüncü dünya olarak sinemayı bilmeyen eski nesillere saygıda kusur etmeyiniz. Onların üçü bir aradaysa dikkat ediniz, oradan gâlip çıkma şansınız yoktur. Onları tek tek dinleyiniz, onlarla tek tek istişâre ediniz ve istişârelerinizden istediklerinizi alınız, gerisini geri dönüşüme atınız ama saygıda kusur etmeyiniz. Çünkü biliniz ki onlara duyulacak saygı “hak edilmiş, bedeli çok ağır ödenmiş bir saygı”dır. Onlar bu ülke’nin kara sevdâlılarıdır. Mecnun’larıdır. Ferhat’larıdır. Onlar bu ülke sevdâlarıyla teverrüm etmiş meftunlardır. Onlar dostunu üzmektense bin kere yanılmayı tercih edecek kadar birbirlerini aşkla severler, ama yerden yere vuracak kadar da aşkla severler. Kendileri sever, kendileri vururlar birbirlerini, bunu başkasının yapmasına müsaade etmezler. Onlarla rekâbete girmeyiniz, kaybedersiniz. Onların özel bir zekâları vardır, bununla siz baş edemezsiniz.  Buna ne kaabiliyetleriniz yeter, ne de yakalarınızdaki kıdem kiriniz yeter.  Fakat onları seviniz, onlara saygı duyunuz. Onlara vefâ duyunuz. Biliniz ki, Onlara duyacağınız sevgi, besleyeceğiniz vefâ “hak edilmiş bir sevgi ve vefâ”dır. Sınırlarını siz tâyin ederek, onlardan istifâde ediniz… 


 


EY ESKİ NESİLLER, AZİZ DOSTLARIM, KIYMETLİ DÂVÂ ARKADAŞLARIM!


Büyüklerimiz bize, “siz kıtlık görmediniz, siz ekmeği karne ile almadınız, yokluk nedir bilmezsiniz” derdi. Onları anlamazdık.  


Yeni nesiller de bizi başka gerekçeletrle anlamıyorlar.


Soğuk savaş döneminin yetiştirdiği bir neslin, eşi menendi az bulunur kahraman ülkücüleri!


Yeni nesillerin önünü açınız. Onlara yol veriniz. Bırakınız onlar da kendi yollarını, kendi güzergâhlarını tâyin etsinler, kendi günahlarını kendileri işlesinler, gerekiyorsa kendi sıfatlarını kendileri seçsinler, kendi devirlerinin mücâdelelerini kendileri versinler veya tarih onlara da bir sıfat versin. Bizim hikâyelerimizin kahramanları olamıyorlar, bizim hikâyelerimizin içine giremiyorlar, bizim bir Kemal Tâhir romanına girmediğimiz gibi. Onlar da kendi hikâyelerinin kahramanları olsunlar. Kendi hikâyelerini yazsınlar. Onların hayatları kendi tercihlerinin ürünü olsun. Kendi bedellerini ödesinler. Bizim yanımıza yalnızca yaralandıklarında gelsinler ve biz yalnızca yaralarını saralım onların.


Her şey yenilensin, can gelsin, kan gelsin bünyeye.


“Dün dünde kaldı, bugün yeni şeyler söylemek lâzım cancağızım…”


Yeni şeyleri yeniler söylesin, eskiler fidelikleri genişletsinler..  


Bir daha da 12 Eylül yazısı yazılmasın.


Bu yazı, bu satırların yazcısının son 12 Eylül yazısı olsun.


 


Not: Yazı gene uzun oldu, farkındayım, bir zamanlar Orhan Gencebay’ın söylediği gibi:


 


“Beni böyle sev seveceksen …”.





    









Yorumlar

Güvenlik Kodu

vahiy  insan  şehir  revelation  ahlâk  etik  ethica  nüzhet yalan estetik  metafizik  ebrah doğu  batı  fıtrat  creation  yaratılış  iyilik  kötülük  dürüstlük  eşref-i mahlûkat  kişilik  asâlet  cesâret  vefâ  sadâkat  ihânet  yalan  immoralist  mitoloji  belh’um adâl  aere perennius  antere  genetik  şuur  terbiye  muâşeret  muâşaka  muvâsalat  firâk  zarâfet  letâfet  ferâset  panteon   rolyef  fresk  heykel  portre  gravür   ideal  ülkü  ülkücü   kerbelâ  aşk keşke  cennet  cehennem  araf  âdem  havva  hâbil  kâbil  elma  haz  hayâ  hicap  gurur  hürriyet  adâlet  musâvat  agnostic  akıl  dacret  locig  analytical  antiq  aristokrasi  kûrûn-i vustâ  giyotin  hakikat  hikmet  paradox  dialectic  tenkit  stoa  akademia  logos  logos spermaticos  felâsife  gelenek  hermeneutic  semantic  hint  upanişad  mutezile  ihvân-ı safa  ilk neden   iskenderiye okulu  medinetü’l fâzıla   hürriyet  kölelik  rönesans  ütopya  rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed  kur’ân  endülüs ibn-i rüşd  aristotales  şeyh gâlip  farâbi  platon  sokrat   marcus aurelius  galile  mimar sinan  kirkedard  farabi  ibn-i sina   ibn-i hâldun  kafka  taşköprülüzâde  gazâli  musa cârullah  şemseddin sâmi frasheri  bergson  enver paşa  muhammed ikbal  hayyam  mehmet âkif  yâkup cemil  şems  ibn-i haldun  mevlâna  ali şeriâti  fuzulî  ebu’l âlâ el maarrî  ahmet mithat efendi  cemil meriç  nâmık kemal  ahmed hamdi tanpınar  kemal tahir  yahya kemal  cahid zarifoğlu  dostoyevski  tolstoy  knut hamsun  nietzsche  oğuz atay gogol  albert camus  descartes  herman hesse  puşkin  halil cibran  kaşgarlı mahmut  tevfik fikret  cenap şehabettin  neyzen tevfik  motzart  bach  mahler  tarkovski  suç ve  cezâ   anna karenina  madonna  prag  istanbul  çocuk kalbi  sn. petersburg  soljenitsin  marks  kant  heraklit  hegel  el-hamra  endülüs  kâmus u türkî  redhouse  wagner  kâmus u okyanus  lugat-i fransevî  iliria shqip  meydan larusse  şakâyık-ı nûmâniye  mevzuâtü’l ulûm  abdülkadir merâgi  ıtrî  muhammed esed  michelangelo van gogh  cezanne  rembrand  monet  hoca ali rıza  ulysess gaze  eleni karaindrou  sezen aksu  golha  farid farjad  osman hamdi

Tasarım : ATS