Eğer’i, belki’si bol bir yazı
Zaferden mahrum bir mücâdele…
Başlığı okuyunca, ‘Biz başarmakla değil, mücâdeleyle mükellefiz” gibisinden haklı ama naif itirazların geleceğini biliyorum, meselenin hakikî vechesi belki de budur. Lâkin meselenin hakikî vechesi bu ise eğer, ortada Ülkücü Hareket adına tepeden tırnağa, her hücresine kadar idealist bir yapının bulunması gerekir. Tıpkı bin yılın başında, Anadolu’nun ve Rumeli’nin İslâmlaşması-Türkleşmesinin dinamik ayağı dervişanlar gibi; iki lokma ve bir hırka, mücerred bir hayat...
Gerçek bu mu?
Tabi ki değil.
Özellikle Ülkücü Hareket adına ortada mevcut bulunan ‘siyâsî yapı’nın/yapıların idealizmle yakın-uzak hiçbir alâkası yoktur. İdealizmin hiçbir unsuru, hiçbir alâmeti, hiçbir izi, hiçbir remzi, hiçbir fârikası, hiçbir umdesi, hiçbir motifi, hiçbir figürü, hiç bir deseni bahse konu ‘siyâsî yapı’nın içinde, yanında yöresinde kendisine hayat alanı bulamamaktadır, bu yapının içinde idealizmin nefes almasının bile mümkünâtı yoktur.
Gençlik üst yapıyla/yapılarla paralel olarak, uzun yıllardır ‘seküler bir ülkücülük’ etrâfında dünyevîleşmiş, siyâsî yapının/yapıların bırakınız siyâsî taraflarını bir tarafa, ahlâken bile tel tel dökülmesiyle önlerinde etkilenecekleri, örnek alacakları rol modellerden de mahrum kalmıştır.
Peki, bu şartlarda ‘Biz başarmakla değil, mücâdeleyle mükellefiz” şeklindeki haklı ama oldukça naif bir retoriği nereye oturtacağız? Nerede hayat alanı sunacağız bu retoriğe?
Ülkücü, milliyetçidir, ahlâkçıdır, ilimcidir, toplumcudur, hürriyetçi ve şahsiyetçidir, gelişmeci ve halkçıdır, endüstrici ve teknikçidir(ve ilâveten köycüdür, -ne demekse-), Ebûbekir gibi sâdıktır, Osman gibi hâyâ sâhibidir, Ömer gibi adâletlidir, Ali gibi cesurdur…
Târiflerin eleştirisini bir tarafa, muhtelif târiflerin absürtlüklerini diğer tarafa, muhtevâlarındaki zaman dışılıkları da bir başka tarafa bırakalım.
Bu sıfatlara hâiz ülkücüler ne iş yaparlar? Ne işe yararlar? Yakın/uzak hedefleri nedir?
Meselâ bir devlet kurgusu var mıdır bu ülkücülerin? Devleti yönetmeğe tâlip midirler? Devleti yöneteceklerse eğer bunun çatısı neresi olacaktır? Hangi organizasyon ile devleti yöneteceklerdir?
Kendi üst yapıları, yani siyâsî partileri vâsıtasıyla yöneteceklerse devleti(ki başka bir yolu yoktur), piramidin altından yetişen ülkücü kadrolar üst yapıda müteselsilen yer almalılar.
Peki böyle mi devam etmekte süreç?
Tabii ki hayır..
Piramidin üstünün yetişen kadrolarla hiçbir bağı yok?
Devleti yönetmek gibi bir hedefi bulunan ve “kırk yıllık” bir mücâdele tarihi olan hareketin başarısı için gerekli olan zaman nedir? Elli yıl mıdır, yüz yıl mıdır?
Ülkücü Hareketin geride bıraktığı “kırk yılık” mücâdelesinin neticesi nedir? Başarı kriterleri neleredir. Bu hareketin “skor tabelâsı” nereden okunur?
Aslında yoğunluklu olarak “devlet” ideali ve kurgusu üzerine binâ edilen ve mübâlaalı “devlet” telâkkîleriyle 12 Eylül 1980’de devletin gerçek yüzüne toslayan Ülkücü Hareketin, devleti yönetme isteği veya ideali ya da hedefinin diğer yapılara göre çok daha kuvvetli olması gerekirken, yaşanan müteselsil siyâsî hüsranlar ve ülkücü kadroların devletin yönetiminde değil, hep yanında yöresinde ikincil elemanlar olarak istihdam edilmesi bir paradoks olarak orta yerde durmakta.. Bu paradoksun izahının yalnızca “kötü yönetim”lerle ve “hakem hataları”yla yapılmasını gerçekçi bulmak zor.
Belki de Ülkücü Hareketin devleti yönetmek gibi bir derdi yok. Bu dert ya da hedef bünyeye serum gibi zerkedilse de, sanki bu hareketin “gaz ve fren ayarları”nı yapanlar “icap ettiğinde” özellikle “fren pedalını” çok stratejik(!) olarak kullanıyorlar.
Eğer böyle ise, Ülkücü Hareket kendisine yakın(yakınlıktan kasıt, siyasî yelpâzenin sağ kesimidir) siyâsî yapıların ya da devletin insan fideliği midir, böyle ise mücâdeleyi neden dürüstçe kodlamıyoruz?
Ülkücüler devlet bürokrasisindeki ülkücü bakanıyla, müsteşarıyla, genel müdürüyle, daire başkanıyla, valisiyle, emniyet müdürüyle, kaymakamıyla, tıbbiyelisiyle ve benzerleriyle hangi gerekçeyle gurur duyarlar? Bu kadroların mütemâdiyen bünyeden yetişip, dışarıya doğru dönen bir değirmen vasıtasıyla bünye dışına atılmasının sebeb-i hikmeti nedir?
Ülkücülerden evliya olmaz, ülkücülerden şeyh olmaz, ülkücülerden cemaat(dinî cemaat) olmaz, ülkücülerden mücadele adamı olur, kavga adamı olur, devlet adamı olur, bürokrat olur. Bu kadar kadro yetiştiren(yalnız şahsî hafızalarımızdaki kadrolar iki-üç tane devlet yönetir) bir hareket niçin siyâseten bu kadar başarısız, bu kadar dağınık, bu kadar perîşân, bu kadar güdük, bu kadar hazin ve bu kadar komik durumlara düşer?
12 Eylül’ün hiçbir şekilde mağduru olmamış bir hareket nasıl olur da üç dönemdir, ülkücülerin kara sevdâ ile meftun olduğu milletten siyâsî vize alır ve üçüncü dönemde bile oylarını arttırarak iktidar olur?
Hayatlarında bir yumruk sallamamış, hiçbir risk almamış bir hareketin kadroları bugün devletin bir, iki ve üç numaralı koltuklarında otururken, hayatlarını hiçe sayan ve 12 Eylül’ün birinci derecede mağduru olan Ülkücü Hareket neden hep fidelik vazifesi görmektedir?
Ülkücü Hareket AKP’nin on yıllık “meydan okumaları”nın altında nasıl bu kadar ezilir?
Bunun sebebi yalnızca üst yapıdaki beceriksizler midir, bu kadar basit midir?
Bu kadar basitse, bütün bunların halledilmesi de bir o kadar basit olmalıdır.
Cevap bu kadar basit değilse, daha fazla ve derinlikli muhasebeler yapmak, daha fazla düşünmek gerekir(mi?).
Ya da “devlet yönetme” iddiamızı çok iddialı kabul ederek, bu iddiadan rücû edip, iktidarların “altyapı” sorumluluğuyla iktifâ mı etmeliyiz?
Bu da bir tercihtir, lakin bu şartlarda da hareketi, mücadeleyi doğru kodlamayı gerektirir.
Bir yanda devleti yönetme iddialarıyla ortalıkta adam diye gezinip, câmiaya “yine bana hüsran, bana yine hasret düştü” şarkıları söyletmek etik değildir.
Kesin olan bir şey varsa o da, bu hareketin davulu hep câmiasının sırtındadır.
Peki, tokmak kimin elindedir?
Asıl cevap gerektiren soru budur…
Eğer bu soru doğru cevaplanırsa, belki de her şeye sıfırdan başlamak için elimizde sahih bir gerekçe olabilir.
Ne dersiniz?
Ya da, “bu devran böyle gelmiş böyle gider..” ve “ortalıkta olup bitenler bir orta oyunundan ibârettir”.
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi