

Demokrasi hikâyemiz…
Batı’da kişi haklarını devlet karşısında güçlendiren ilk yasa Habeas Corpus yasası 1679’da yayınlandı. Gözaltına alınan kişinin en çok yirmi günde hâkim karşısına çıkması, hâkim gözaltının devamına karar vermez ise hemen salıverilmesi, kişinin haksız gözaltına alınması durumunda tazminat ödenmesi gibi hakları kapsıyordu bu yayınlanan yasa ve hayata geçmişti hemen, yani bundan üç yüzyıl evvel...
Ve Batı’da koşar adım demokrasi, kendileri için demokrasi…
Bizde ilk hamle 1807 Sened-i İttifak…
Saltanatın yetkilerinin bizzat padişahın kendisi tarafından tab’aya tanınan haklar dolayısıyla sınırlandırılması olarak yorumlanan Gülhane Hattı Hümayun’u ise 1839.
İlk anayasamız 1876…
Hürriyetin ilanı da 1908…
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşu 1920…
Ancak doksan sekiz gün yaşayabilen Serbest Fırka’nın kuruluşu ise 1930….
Çok partili hayata geçişimiz ise 1946…
Bizim asıl meselemiz, sadece iktidarların değil, muhalefetin de iktidarı ele geçirdiğinde demokrasiye hemen sırt çevirmeleri.
Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki ile İtilafçılar arasındaki cinayetlerle biten amansız kavga…
Cumhuriyet döneminde Atatürk ve muhalifleri arasındaki İstiklal Mahkemeleri, idam sehpalarının kurulması ve bir kadronun yani İttihatçıların devletin dışında kalmasıyla biten kavga…
Çok partili hayata geçiş ve Demokrat Parti yılları…
Bulvar açma sevdasıyla şehirlerimiz katledilmesi ve ‘her mahalleye bir milyoner’ sloganıyla ‘merkez sağ’ın temelini atılması, cumhuriyetin ilk yıllarında sigaya çekilen tarikat ve cemaatlerle siyasetin kurduğu al takke ver külah ilişkileri… Gecekondunun meşrulaştırılması… ABD ile çayın içindeki şeker gibi iç içe geçilmesi… İstihbarat örgütlerinin Ankara’yı fink alanı haline getirilmesi… Tek parti döneminin ardından alınan ‘rahat bir nefes’in yıllar içinde güç zehirlenmesine dönmesi ve TBMM’de ‘Siz isterseniz hilafeti bile geri getirisiniz’ nutukları… Ardından ‘vatan’ cepheleri, ‘nifak’ cepheleri, demokrasiye çevrilen sırt…
6-7 Eylül olayları…
Demokrasisiz ve sandıksız çözüm, 27 Mayıs…
Yassıada… Köpek dâvâları… Bebek dâvâları… Bir Başbakan ve iki bakanın idamı… Ve artık Menderes bir demokrasi kahramanı…
Demokrasi temrinleri kaldığı yerden devam…
İnönü’nün 33 yıllık CHP Genel Başkanlığından istifası ve Ecevit’in Genel Başkan oluşu… Menderes’in ardından silsilenin devamı Demirel’in Adalet Partisi… İnönü-Menderes kavgasının yerinde bu kez Demirel-Karaoğlan kavgası, iflah olmaz bir kavganın iki tarafı…
Ve anarşi…
Yukarıda Demirel-Ecevit kavgası, ülkenin sokaklarında ise gençliğin silahlı mücadeleye dönüşen kavgası…
Mccarthy'ciligin mottosu, “Bu kış komünizm gelecek”in Celâl Bayar’ın ağzından Türkiye versiyonunun hayata geçişi… Bir tarafta Marksist Örgütler ve karşılarında fedakâran ülkücüler… Alparslan Türkeş’in namlunun hedefinde ve ucunda siyaset yapmaya çalışması ve tıkanan Meclis Başkanlığı seçimlerini CHP adayı Cahit Karakaş’ı destekleyerek açma ve gerginliği düşürme gayretleri…
Sokakların her geçen gün kan kırmızısına boyanması… Ülkenin gençlerinin sokaklara düşen cansız bedenleri, o bedenlerin düştüğü yerden güçlenerek ayağa kalkan devlet…
1 Mayıslar… Kahramanmaraşlar… Malatyalar… Çorumlar… Sayısız provokasyonlar…
Havada uçuşan hükümete yazılmış ikaz mektupları, muhtıralar… Seçilemeyen cumhurbaşkanı… ‘Şartların olgunlaşması’ için beklenilen bir yıl…
Yine keskin bir düdük…
Bir günde bıçak gibi kesilen anarşi, duran çatışmalar…
12 Eylül…
Askıya alınan hukuk… Askıya alınan demokrasi… Askıya alınan parlamento…
Danışma Meclisi ve idamlar…
Cezaevleri… İşkenceler… Uzun mahkûmiyetler…
Sağıyla-soluyla Türkiye’nin geleceği olan donanımlı bir gençliğin yani ’78 neslinin tank paletleri altında ezilmesi ve devletin dışında bırakılması…
’78 nesli bir taraftan ezilirken, Fetullah Gülen’in 12 Eylül şartlarında bile hakkındaki gıyâbî tevkif kararına rağmen İzmir/Kestanepazarı’ında vaazlarına devam edebiliyor olması… 12 Eylül’ün rahminde büyütülen bir Gülen Hareketi… 12 Eylül’ü “Türk milletinin şafağında söken bir aydınlık” olarak yorumlayan bir Fetullah Gülen ve hareketi…
Ardından yine demokrasi temrinleri…
Özal…
Menderes ve Demirel’in ardından üçüncü ikonik ve tonton ‘merkez sağ’ lideri Özal…
“Benim memurum işini bilir” sözleriyle bürokrasiyi rüşvetle halvet eden Özal…
“Bir kere delinmekle Anayasaya bir şey olmaz” sözleriyle devletle oynayan Özal…
“Üç beş eşkıya” diyerek hafiflettiği PKK’nın palazlanmasının önünü açan Özal…
“Benim annem de Kürt’tü” diyerek etnik Kürtçülüğü şımartan Özal…
Paris’e gittiklerinde gece aydınlatmasını ilk kez gören ve “Paris’i görmeyen insan bile değildir”diyen Tanzimat aydınları gibi, Manhattan’a gittiğinde gökdelenleri görüp, “Benim ülkemde neden bunlar yok?” diyerek imar rantını yaratan Özal…
12 Eylül’de pişpişlenen ve beşiği sallanan Fetullah Gülen hareketini ergenliğe taşıyan Özal… Bütün cemaatler ile devlet arasında neredeyse simbiyotik bağı kuran Özal… Cemaatleri, tarikatleri, vakıfları ‘Bir hırka ve bir lokma’dan gazete sahibi, televizyon sahibi, okul sahibi, banka sahibi yapan Özal…
Merkez sağda çift başlılık, yarışı ve iktidarı bırakmayan Demirel…
Çankaya’nın tontonu tartışmaları, davulcuya kaçan devletlû kızları, Jaguarlı devletlû oğulları, papatyalarıyla lale devri yaşayan Cumhurbaşkanı hanımları…
Tekrar Demirel…
İLK-SAN’lar…
“Verdimse ben verdim” yılları…
Tekrar gerginlik zamanları…
28 Şubat’a giden yollara döşenen taşlar…
Beethoven'in ünlü 'Dokuzuncu Senfonisi’ne “İşte çağdaşlık” diyen Demirel…
12 Eylül’ün kâğıt üzerindeki gerekçelerinden olan Konya’daki İstiklal Marşı’nda yere oturma eylemlerinin Genel Başkanı Erbakan’ın Başbakanlığı…
Sincan’da Kudüs Gecesi… Çankaya’da mollalar iftarı… Hükümetin cümbür cemaat umre seyahatleri… Sarığın kaç metresinin ne kadar sevap aldığı tartışmaları… Fadime Gündüz skandalları…
Başörtüsü krizleri… Ödül törenlerinde başlarından örtüleri zorla çıkartılmaya çalışılan kız öğrenciler… Orduevlerine alınmayan başörtülü şehit anneleri… Bağımsız Çalışma Grupları… Çevik Birler… Ordu içinde Esadvarî yapılanmalar… Susurluk skandalıyla ortaya dökülen karanlık ilişkiler… Vatandaşın nefesini dinleyen istihbarat savaşları… Tencere tava eylemleriyle sokağa dökülen halk… Işık kapatıp söndürme eylemleri… Gazete kupürleriyle parti kapatma dâvâları, parti kapatmalar...
Sincan’da balans ayarı yapan Tanklar…
Ve…
“Namlusunu milletine çevirmiş tankı selamlamam” diyen cesur bir ses, Muhsin Yazıcıoğlu’nun sesi…
Ve 28 Şubat…
Yine ve tekrar askıya alınan demokrasi…
Bin yıl süreceği söylenen 28 Şubat…
28 Şubat hâlâ sürüyor mu bilinmez, ama 28 Şubat’ın doğurduğu bir iktidar…
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı, yani Recep Tayyip Erdoğan iktidarı…
Yine demokrasi temrinleri…
Çıkartılan eski gömlekler… Demokratik söylemler… Havada uçuşan liberal ekonomi vaazları… Her kesimden büyük rağbet… Büyük ümit… Art arda gelen demokratik ataklar… ‘Bin benzemez’i bir araya getiren bir demokrasi paradigması… Anlı şanlı eski Marksistler, anlı şanlı liberaller… Anlı şanlı muhafazakârlar… Anlı şanlı dindarlar… Anlı şanlı milliyetçiler… Hepsi bir arada Erdoğan’ın liderliğinde demokrasi halayında…
Yatırımlar… Fırtına gibi esen özelleştirme rüzgârı… Devletin 80 yıllık kazanımlarının haraç-mezat satılması… Yükselme eğilimindeki ekonomik göstergeler… Şantiyeye dönen bir Türkiye… Nereye baksanız gözünüze çarpan vinçler, kuleler, gökdelenler… Kaybolan İstanbul silueti, kaybolan şehirler… Bitirilen IMF borçları… Üst üste kazanılan ezici seçim zaferleri… Büyüyen egolar… Devleşen nefisler…
12 Eylül’ün pişpişlediği, Özal’ın ergenliğe ulaştırdığı Fetullah Gülen’in de altın yılları, Fetullah Gülen’in ve tüm cemaatlerin… Siyaset dışı kurumların… Katılmak için yazarların birbirini ezdiği Abant toplantıları… Dünyanın her tarafında açılan ve elçiliklerin talimatla destek oldukları Türk kolejleri… Gözyaşlarının sel gibi aktığı Türkçe olimpiyatları… “Gel artık, bitsin bu hasret’ çağrıları… Siyasetçisinden bürokratına, iş adamından sanatçısına, futbolcusundan şarkıcısına her kesimin önünde kuyruk oluşturduğu bir kapı; cemaat kapısı, devlete açılan bir kapı; cemaat kapısı…
Ve 2010 referandumu…
12 Eylül’le hesaplaşmanın, manav tezgâhında ön sıralara konulan seçme domatesler gibi sıralandığı ve arkada çürük domatesler gibi saklanan anayasa değişiklikleri…
TBMM’de gözyaşıyla okunan idam öncesi yazılmış dramatik mektuplar…
12 Eylül’ü, “Türk milletinin şafağında söken bir aydınlık” diyerek karşılayan Fetullah Gülen’in “Elimden gelse mezardakileri kaldırır ve evet oyu kullandırırım“ dediği 2010 göstermelik 12 Eylül’le hesaplaşma referandumu…
Bizlerin, “Devlet, bu kadar köklü değişiklikleri herhangi bir siyaset dışı kurumla ya da herhangi bir STK ile iş tutarak yapmaz, kendi içinde ve kendi devlet gelenekleri ve işleyişiyle yapar. Eğer siyaset dışı kurumlarla iş tutarak yaparsa o kurumlar bir gün diyet ister” diyerek karşı çıktığımız ve ‘hayır oyu’ kullandığımız 2010 referandumu….
‘Evet oyları’yla kabul edilen 2010 referandumu ve balkon konuşmalarında ‘Okyanus ötesi’ne teşekkür seansları…
Ve açılım süreci…
Oslo… Habur.. İmralı görüşmeleri… Akiller heyeti… Cudi’de yükseldiği söylenen bomba değil, mangal dumanları… Kameraların kör, antenlerin sağı olduğu gazete manşetleri…
“Öcalan’ın mesajları bizim de düşüncemiz” diyen mi ararsın?
“Öcalan ölmeyi değil yaşatmayı seçti” diyen mi?
“Sayın Öcalan demeyi ve PKK bayrağını suç olmaktan biz çıkarttık” diyen mi?
“Öcalan dünyanın geleceğini çok iyi okuyor” diyen mi?
“Öcalan Ortadoğu’da Türkiye’nin önünü açıyor” diyen mi?
“PKK terör örgütü değildir, Öcalan’a terörist demek denize göl demektir” diyen mi?
“Öcalan bölgenin durumunu daha sağlıklı okuyor” diyen mi?
Bir Öcalan korosunun hep birlikte sahne aldığı açılım ve çözüm süreci…
Nevruz’da okunan Öcalan mesajları…
Hendek operasyonlarında boğulacak ve buzdolabına kaldırılacak olan açılım ve barış süreci…
Ve…
Referandumun ardından Ergenekon operasyonları… Dalga dalga operasyonlar… Altına zırhlı araçlar çekilen savcılar… ‘Ben o dâvâların savcısıyım’ demeçleri… Genelkurmay Başkanı’nın Ergenekon örgütü lideri olarak tutuklanması… Canlı yayınlarda kazılan ve bulunan silahlar… ‘Flash.. flash.. Camileri bombalayacaklardı’ haberleri… Başbakan yardımcısına suikast haberleri… Kozmik odaya operasyon…
Askeriyenin ve emniyetin ve her türlü kurum için çalınan sınav soruları…
Bürokrasinin yolunu açan en büyük kilit: Cemaat kilidi…
Demokrasinin ufak ufak hayatımızdan çekilmesi…
Diyet isteme zamanları…
Ve dershane krizi… Ve MİT krizi…
Yolların ayrılması…
Ve…
17 – 25 Aralık…
Adana’da MİT tırları…
Siyaset dışı bir kurumun elinden yayılan 17-25 Aralık skandalı…
Odalarda 17:25’de durdurulan dijital saatler…
Ve ardından seçimler…
Türk seçmeninin siyaset dışı bir kurumun siyasete ve devlete ayar vermeye çalışmasına tepkisi: iktidara sahip çıkması…
Ayarı kaçan demokrasi… Ayarı kaçan iktidar… Ayarı kaçan muhalefet… Ayarı kaçan bürokrasi… Ayarı kaçan medya…
İktidar için baharın güze dönmesi…
Demokrasinin artık o kadar da kıymetli bir ihtiyaç olmadığının fark edilmesi…
İktidar denen gücün şehveti…
Ve bu toprakların gördüğü en büyük ihanet gecesi…
15 Temmuz…
Darbe teşebbüsü… Kalkışma… Adına ne derseniz deyin ihanet…
Gölbaşı’nda katledilen Özel Harekat’çı vatan evlatları… Bombalanan TBMM… Bombalanan Genelkurmay… Bombalanan Ankara Emniyet Müdürlüğü… Bombalanan MİT… Bombalanan Saray…
Hayatın kaybeden 249 vatandaşımız…
Ve askıya alınan demokrasi… Yürürlüğe giren olağanüstü hukuk normları...
“Ne istediler de vermedik” denilenlerin ne istediklerinin anlaşıldığı dönem…
Hayata geçmeyen ‘Yenikapı Ruhu….’
Masaya sunulan Başkanlık…
Ve yine yeniden referandum, başkanlık referandumu…
Vatan cephesi ve nifak cephesinin yerini alan yeni cepheler….
‘Vatanseverler’ ve karşılarındaki ‘hainler’ cephesi…
Adalet ve Kalkınma Partisi ve aslında Erdoğan ‘evet’in referandum dinamosu…
Trajik olan ise Milliyetçi Hareket Partisi'nin ‘evet’ ittifakında, Ülkü Ocakları Genel Başkanları ve MHP’de parti içi demokrasi mücadelesi veren kadronun ‘hayır’ ittifakında olması…
Parti içi mücadelenin ve referandumdaki ‘hayır’ mücadelesinin parlattığı ve demokrasi ümidi hâline getirdiği bir portre, Meral Akşener… Topuklu efe, atara atar, gidere gider ve âteşin bir mücadele… Yanında dimdik yer alan ülkücüler… Türkiye’nin en ücra yerine kadar yanında yer alan ülkücüler… Olağanüstü hukuk normlarının geçerli olduğu Türkiye’de yanında yer alan ve tüm riskleri omuzlayan ülkücüler… Meral Akşener’i MHP Genel Başkan adaylığından Türk demokrasinin muhtemel bir oksijen çadırının ve merkez siyasetin lideri olma ihtimaline taşıyan ülkücüler ve Meral Akşener’in ‘o dönem’ ülkücülerle kol kola verdiği mücadele…
Parti içi verilen demokrasi mücadelesinin ve referandumda verilen demokratik mücadelenin oluşturduğu bir demokratik emek ve hâsıla… Bu hâsılanın üzerinde ve fakat Demirel’in “Dün dündür, bugün bugündür” mottosu üzerine kurulan ve ağırlık boşaltıp ’makas değiştirerek’ merkez sağın bahçesinde 'müştemilât' konumuma geçen bir parti, İYİ Parti…
“Başkanlık gelecek ve Türkiye uçacak” vaatleri ve şer cephesi ötelemeleriyle ‘evet’ çıkan referandum ve adını henüz tam olarak bilmediğimiz partili cumhurbaşkanlığı sistemi…
FETÖ ile yürüyen sağlıksız mücadele…
Uçamayan Türkiye… Ekonomik sıkıntıların had safhaya ulaştığı Türkiye… Ekonomik krizin artık vatandaşın cüzdanına girdiği Türkiye’nin ayak sesleri…
Ve…
Ve yine seçim…
Mahalli seçimler…
‘Vatan cephesi’ ve ‘nifak cephesi’nin yerini alan ‘millet cephesi’ ve ‘zillet cephesi’ bölünmeleri…
Ülkenin yüzde ellisini ‘zillet’le suçlayan bir iktidar aklı…
Kendi tanımlamaları aslında ne kadar da doğru, Menderes-Özal-Erdoğan üçlemesi… Devam eden bir siyasi akıl silsilesi… Cepheleştirerek, bölerek, ayrıştırarak oluşturulan bir korku atmosferi ve bu atmosferden devşirilen siyasi fayda…
Hukuk devre dışı…
Demokrasinin icap ettiğinde kullanılmak üzere tekrar rafa kaldırılması…
İstanbul’daki seçim neticesinin henüz kabullenilememesi. Bir gecede tüm Türkiye’nin oylarını sayan ama 15 gündür İstanbul’u sayamayan Türkiye… İstanbul’u kaybetmeyi kabullenemeyen bir iktidar, hakkını savunmaya çalışan bir CHP… Oylarının çalındığın iddia eden iktidar kadroları toplantı odalarında, oyları çaldığı iddia edilen CHP’liler çuvallarının tepesinde oyları koruma derdinde…
Bu garabetin adı da demokrasi… Bu abesler zincirinin adı da demokrasi… Bu hazımsızlığın adı da demokrasi…
Seçimle birlikte tanımı değişen beka problemi, şimdi bekanın yeni tanımı İstanbul’u kaybetmemek, demokrasiye rağmen kaybetmemek…
…
Yüzyıl başında olduğu gibi ve dün olduğu gibi bugün de süren kavga, devlete sahip olanların ya da kendilerini devletin sahibi gibi görenlerin kendi aralarındaki demokrasiye olan hazımsızlıklarının kavgası…
Bu kavganın bir demirbaş gibi iktidar değişikliklerinde devredilmesi, devralınması…
Dünün muhalefeti ve anti demokratik uygulamaların muhatapları ve mağdurları başta kendi içlerinde ve kendi küçük iktidar alanlarından başlamak üzere iktidar mevkiinde de demokrasiyi rafa kaldırmaları…
Her iktidarın vaatleri arasında en sükseli yeri alan, “Siyasi Partiler Kanunu’nun değiştireceğiz” cümlesinin bir müsekkin gibi verilmesi millete… İktidar olunduğunda, “değiştireceğiz” dedikleri Siyasi Partiler Kanunu’nun, liderlerin kendi iktidarlarının devamı için bulunmaz ilaç olduğunun fark edilmesi… Hiç birisinin de bu ilaçtan vazgeçememesi… Hiçbir liderin kongre ile değiştirilememesi…
Demokrasi hikâyemiz bu bizim…
Aynı yüzme öğrenmek gibi, tuzlu suyu yuta yuta öğrenilmesi…
Yalnızca bizim biraz fazlaca tuzlu su yutuyor olmamız…
Neredeyse parmaklarımızın arasında yüzgeçler oluşacak kadar tuzlu suda yaşamayı öğrenip demokrasiyi öğrenememek…
Bu coğrafyada tarihin biraz yavaş ilerlemesi…
…
Demokrasinin kemâle ermesi, uygulayıcılarının demokrasiyi bir yönetim biçimi olarak değil, problemleri çözme biçimi olarak görmesiyle mümkün olacaktır….
Gökten ancak ayet iner, demokrasi değil… Demokrasi tabandan tavana bir talep olarak yükselmedikçe ve siyasilerin, iktidarların lutf’ettiği kadar demokrasi ile yetinildikçe öğrenemeyeceğimiz demokrasi…
Ama biliyoruz ki, portakalı hiç yemeyen bir insan portakalın tadını tarif edemez… Bir kere ısırdığında ve portakalın tadını damaklarında hissettiğinde ancak bilir o tadı ve tarif edebilir…
Türk toplumu demokrasinin tadını az da olsa, dilinin ucuyla da olsa almıştır… Zaman zaman sofrasından eksilse de demokrasinin tadını biliyor ve unutmaz…
Ve tabii vazgeçmez…
Siyaset, geride bıraktığımız dönemden dersler çıkaracak ve yeni nesiller koltuğa yapışmayacak kendi liderlerini de çıkaracaktır… Yeni nesiller mukaddes değerleri politikanın sarf malzemesi olarak kullanmanın nelere mâl olduğunu anlayacak tecrübeye sahip bugün ve seleflerinin yanlışlarını takip etmeyecek….
Buna inanmak zorundayız….
Ümitli olmak zorundayız….
Yani, enseyi karartmayacağız….
Ne diyordu Atsız Ruh Adam’da:
“Ümit en son terk olunan şeydir…”
Ves-selâm…
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi