Şafağa Selam Duranlar / Erdem Şenocak
MHP kadroları…
Alparslan Türkeş… Mehmet Irmak… Necati Gültekin…
’78 nesli…
Muhsin Yazıcıoğlu, Ertuğrul Alpaslan, Mahir Damatlar, Erol Dok, Vahit Kayrıcı, Mustafa Pehlivanoğlu, Fikri Arıkan, Ali Uzunırmak, Kürşat Poyraz, Ali Bülent Orkan, Halil Esendağ, Selçuk Duracık, Mehmet Biçer, Üzeyir Bayraklı, Ünal Osmanağaoğlu, Zihni Açba, Ercüment Gedikli, Ali Türkmen, Mustafa Mit, Mustafa Uca, Yılma Durak, Ferhat Tüğsüz, Vedat Kasımlar…
’78 neslinin ağabeyi, küçük dev adam:
Gâlip Erdem…
MHP Dâvâsı avukatları…
Müştak Karabağ, Mehmet Refet Eke, Şerafettin Özdil…
‘78 neslinin çilekeş tüm anne ve babaları…
Siyâsîler…
Necmeddin Erbakan, Oğuzhan Asiltürk, Yıldırım Akbulut…
İşkenceciler…
Dürüst Oktay, Zeki Kaman, Raci Tetik…
Sol görüşlü mahkûmlar…
Necdet Adalı, Cahit Akçam, Oğuzhan Müftüoğlu…
Ve daha nice isimler…
Bu isimlerin arasında şafağa selâm duran Erdem Şenocak ve arkadaşları...
1978-79 yıllarında sahte telgraflarla cezaevinden tahliye ettirdiği ülkücülerin, Mamak Cezaevi’nden kaçan Mustafa Pehlivanoğlu ve İsa Armağan’ın ve muhtelif cezaevlerinden kaçan ülkücülerin, kaçak durumundaki ülkücülerin nerede saklandığının, bilmem nereye gömülü silahların, Türkiye’nin her yerinde dâvâsını takip ettiği ülkücülerin, o yıllarda kısmen rahat bir cezaevi sayılan Eskişehir cezaevinden kaçmaya hazırlanan ülkücüleri firardan caydırmanın, Ülkü Ocakları Genel Merkezi Hukuk Masası’nda saklanan arşivlerin ve buna benzer pek çok suçun(!) faili olarak adeta Mamak Cezaevi’nde şöyle üç-beş gün art arda yatmaya bile fırsat bulamamacasına sorguya(!) alınan ve hukuk masasında yıllarca çalışmanın kendisine sağladığı hukuk bilgisi ve zekâsıyla sorgularda verdiği ifadelerle C-5’de adı ‘senarist’e çıkaran Erdem Şenocak…
Hatıralarının birinci cildi olarak kaleme aldığı ‘Şafağa Selâm Duranlar’ isimli 234 sahifelik kitabında hatıralarının hülâsaası sayılabilecek cümleler var ve bendeniz yayınlandığından ancak bir yıl sonra ‘Şafağa Selâm Duranlar’ ve Erdem Şenocak hakkında birkaç kelâm edebilmek için yazının başına oturduğumda tekrar tekrar o cümleleri okudum aslında. O cümleler etrafında döndüm durdum, çünkü bir nesil hep o ve benzerî cümleler etrafın da dönüp durdu. Erdem Şenocak’ın cümleleri gibi kitaplara geçenler tarihe not olarak düşüldü, kitaplara geçemeyenler ise bir ‘iç çekiş’ ve bir ‘âh’ olarak gizli kaldı…
“Çocukluğumuzu yaşayamadık biz, çocukluğumuzu devler yedi sessiz sedasız. Devleri ellerimizle boğduk… Sevdamızı erteledik, gözyaşımıza aldırmadık. Yılmadan, usanmadan, dünyayı gücümüzü tartmadan omuzlamak istedik, lakin kaldırmadık…”
’78 neslinin sembol isimlerinden Erden Şenocak’ın hâtıratının belki de girizgâh cümlesi olması gereken bu cümleleri, geride bıraktığı mücadele hayatının nirengi noktası ve ne kadar büyük uğraşlara soyunduklarının veciz ifadesi olarak düşmüş hâtıratına.
Yıllar süren cezaevi hayatından sonra, “Bugün bile hâlâ ışığın açık olduğu ortamda uymayı tercih ediyorum” derken, gün ışığı görmeyen tecrit hücrelerinde tepesindeki ışığa nasıl alıştığını ve o ışıktan gün ışığı hasretini giderme hissiyatını ifşa ediyor…
Öyle bir ifşâ ki bu; Mamak’ta sabah ve akşam sayımları ile bunların öncesindeki “Kalk” ve “Yat” komutlarının merkezî sistemle çalışan bir zil sesiyle verildiği günlerde, eğer o günkü subay insanlıktan bir nebze nasibini almışsa eğer, zil sesi yerine bir Türk sanat müziği şarkısını tercih ettiğinde Erdem Şenocak’ın en çok etkilendiği sabahlar, Samime Sanay’ın sesinden tecrit hücrelerine ve koğuşlara yayılan “Bir ilkbahar sabahı güneşle uyandın mı sen, Yıldızlara bakıp ismimi andın mı sen” şarkısı oluyor… (sf. 154)
“Şafağa Selâm Duranlar” aslında hem şafağa selâm duranların, hem şafağa selâm durmayanların ve hem de şafağa duyduğu selâmları zamanla unutanların hikâyesi… Erdem Şenocak’ın zaman zaman yutkunduğu, zaman zaman yazmaya başlayıp yazamadığı, bazen kıyamadığı, bazen yılların hukukunu rencide etmekten imtina ettiği, bazen edep ettiği, bazen ifşa ettiği bir neslin trajedisi…
Hatıratın tarihe not düştüğü en önemli anektotlarından birisi ki, bendenize göre en önemlisi Mamak Cezaevi’nde yedi sekiz ay boyunca yaşadığı Tecirt 2 Arka 8 numaralı hücrelerinden birinde birlikte kaldığı Dev-Yol Ana Dâvâsı’nın 1 numaralı sanığı Oğuzhan Müftüoğlu ile zaman zaman gerçekleşen mesafeli sohbetleri. Bu mesafeli sohbetlerin birinde Oğuzhan Müftüoğlu’nun Erdem Şenocak’a söylediği şu cümle aslında ülkücüler üzerinde oluşturulan ve bugün de hâlâ sol medyanın zaman zaman temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp gündeme getirdiği gladio, derin devlet, özel harp dairesi ilişkileri ile suçlamalarının ne denli haksız olduğunun ispatı:
“Sizlerde yakalanan cephanenin böyle çakaralmaz birkaç tabanca olduğunu bilseydik, bugün burada sizlerle birlikte bu faşist askerler olur, gardiyanlığınızı da bizler yapardık. Biz sanıyorduk ki, NATO sizi eğitiyor, hepinizde makineli tüfekler var, roketler var…”(sf.170)
Dev-Yol’un 1 Numaralı sanığı Oğuzhan Müftüoğlu’nun bu yorumu hakkında hatıratına düştüğü cümleler bir hesaplaşma aslında:
“Hücremizde ortak kullanım alanlarını adil bir şekilde kullanabiliyor, birbirimizden hoşlanmasak da saygıda kusur etmiyorduk. Tartışmalarımız sakin bir ortamda geçiyor, hatta bazen birbirimize hak verdiğimiz dahi oluyordu. İnsan ister istemez düşünüyor, bu kadar kan neden döküldü? Bu kadar can neden kaybedildi. Demek ki bizi bir kaşık suda boğmak isteyenler elimizdekinin bir çakaralmaz tabanca olduğunu bilselerdi, bizi hapse atıp zulmetmek yerine bizimle sağlıklı bir eminde tartışabilselerdi belki de tüm acılar çekilmeyecek, Kenan Evren ve avâneleri darbe yapmamış olacaktı…”
Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun, “Üç buçuk metrelik hücreleri paylaştık, koskoca bir ülkeyi paylaşamadık” sözleri bu hissiyatın bir başka muhasebesiydi.
Erdem Şenocak’ın “Şafağa Selâm Duranlar” isimli hatıratı özellikle 1978-79 yıllarının bir analizi ve tabii Mamak döneminin acılarıyla dolu. İdama giden Mustafa Pehlivanoğlu’nun hücresinden son yolculuğuna şahitlik, Ali Bülent Orkan’ın tecrit hücresinde kendisinden istediği Soljenitzin’in ‘Gulag Takım Adaları’ isimli kitabı, idarenin el koyması sebebiyle Ali Bülent Orkan’a veremeyişi ve Ali Bülent’in Muhsin Başkan’a yazdığı mektupta belirttiği infazının bir haftalık gecikmesiyle Kur’an hatmini tamamlayabildiğine dair sevinci, 1978 yılında Mamak’a bir şekilde soktuğu bir 6.35 tabancanın 12 Eylül’den sonra bir rögardan çıkması, işkence saatleriyle dolu.
Sorguda ağırlaşan işkence sırasında aklına düşen ve nerede okuduğunu hatırlamadığı şu sözler, “Her şey üstüne gelip de seni dayanamayacağını düşündüğün bir noktaya getirdiğinde sakın vazgeçme! İşte orası kaderinin değişeceği noktadır…”(Sf.125)Erdem Şenocak ve ülkücülerin vazgeçmeyip kaderlerini değiştirdiği anlar. Bir medya patronunun aracılığıyla erken tahliye mücadelesi verip, kaderlerini değiştiremeyenlerin ve vazgeçenlerin de zaman zaman rol aldığı bir anılar sahnesi… MHP lideri Alparslan Türkeş’e mahkeme huzurunda hakaret edenlerin ve bu hakaretler üzerine söz alıp lideri savunan Muhsin Yazıcıoğlu’nun da sahnesi… Mamak Cezaevi’nde ülkücüleri Müslümanlığa davet edenin ve bu daveti yapanı cezalandırma kararı veren Muhsin Yazıcıoğlu’nun ve fakat ilginç bir şekilde bu cezaya karşı çıkan Şefkat Çetin’in de sahnesi…
‘Şafağa Selâm Duranlar’da Erdem Şenocak’ın bugün de acı ile hatırladığı bir bölümü paylaşalım sizlerle…
“Bir gün hava kararmadan eve gelmiş, dinlenme ümidiyle kapıyı açmıştım. İçeri girdiğimde salondaki kanepede Abdullah Çatlı başkanımız oturuyordu. Şaşkınlığımı gizleyememiş, kendisini beklemediğimden donakalmıştım.
- Hoş geldin Başkanım.
- Ertuğrul(Alpaslan) ile geldim kardeşim. Sen de istemezsen buradan da giderim kardeşim.
- O nasıl söz Başkanım. İstediğiniz kadar kalabilirsiniz. Hatta isterseniz ben gidip evi tamamen size de bırakabilirim. Kim seni istemedi ki böyle konuştun?
- 3. Cadde’deki o ev var ya hani, Başkanların evi olan. Ertuğrul ile o eve gitmiştik. Arkadaşlar beni görünce beşer dakika arayla işim var bahanesiyle evi terk ettiler. Evde sadece ben ve Ertuğrul kalmıştık. Çok sinirlendim. Ben niçin aranıyorum? Niçin? Neden korkmuşlardı? Sinirlerime hâkim olamayıp ağladım. Ertuğrul da beni zorla buraya getirdi kardeşim…”
- Başkanım bizde öyle şeyler olmaz. Şimdi ben çıkacağım ama sen geldin diye değil, bir randevum var, akşam döneceğim. Arka odada istirahat et. Bu evin adliyeden olsun, arkadaşlarımızdan olsun geleni gideni çok Başkanım, onlara görünmezsin.”
Daha pek çok hatıra…
“Acıları yazmak kolaydır, ancak mutluluk hakkında ne yazılabilir ki?” diyor hatıratın bir yerinde Erdem Şenocak. Çünkü mutluluğun ne olduğunu bilmeyen bir gençliği tüketmiş nesle ait kendisi…
1998 yılı Mart ayında geçirdiği trafik kazasından sonra taburcu olup eve getirildiğini bile hatırlamaz. Salonda yatağa dönüştürülmüş bir kanepeye yatırıldığında gözlerini açınca hatırladığı tek şey annesinin ve eşinin sevincidir… Ve şu satırları düşer hatıratına:
“Uğruna okyanuslar aştığın insanlar gün gelir senin için bir su birikintisinin üzerinden atlamayı bile göze almazlar…”(sf. 212)
Sonraki yıllarda MHP’de görev yapan Erdem Şenocak ‘Şafağa Selâm Duranlar’ın son cümleleri olarak siyasete dair hayıflanmaları ve düşüncelerini yazdı…
“Siyasette öğrendiğim bir şey varsa o da insanların göründüğü gibi olmadığıydı. Bazı insanların siyasette bir koltuk uğruna yapmayacakları düzen, almayacakları şekil yoktu… Bize sözlerimizden ziyade yüreğimizden anlayan gerek. Son günlerde ben dâvâ adamıyım, ben ülkücüyüm diyenlere bakıyorum da, inanın onlar dâvâ adamı ve ülkücüyse bizler değiliz... Bugün makam ve mevki işgal edenlerin bazıları gençlik yıllarında hasbelkader yaptıkları görevlere sığınıyorlar, bilgi dağarcıkları boş fakat havasından geçilmeyen hayali ego dağları oluşturuyorlar. Oysa vaktinde sarıçiçeğe bile hatırını soran insanlardık. Şimdi ise, birbirimize dahi selâm vermez olduk. Ne oldu bize?”
Şimdilerde anılarının ikinci cildini yazmakla meşgul Erdem Şenocak…
Ben bu satırları yazarken kendisine Samime Sanay’dan, “Bir ilkbahar sabahı güneşle uyandın mı sen” şarkısını Whasapp’tan yollayıp ailesiyle birlikte sağlık ve huzur dolu bir ömür niyaz ediyorum…
Her ülkücünün evinde muhakkak bulunması ve her ülkücünün okuması gereken bir kitap ‘Şafağa selâm Duranlar’…
Şimdiye kadar almadı ve okumamdıysanız kendinize esef etmenin tam zamanıdır…
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi