Telvin Hüsn-ü Hat Sahaf Şiir
Anasayfa > Adnan İslamoğulları > Türk sinemasının hal i pür melali

Türk sinemasının hâl-i pür melâline dair…



Üniversitelerde birincilik ödülü verilmeyen başörtülü öğrenciler, törenlerde başından örtüsü çekilen kızlar, ikna odaları, askerî okullarda mezuniyet törenlerine alınmayan başörtülü yaşlı anneler, nineler ve tabii bir yandan da başbakanlıkta verilen ‘provokatif mollalar iftarı’, Sincan’da yürüyen tanklar, Kudüs geceleri ve sayısız örnekleriyle 90’lı yılların laikçi baskılarının ve dahi nihayetinde ‘Bin yıl süreceği’ söylenen ‘balans ayarları’nın içinde ‘hayat öpücüğü’ ile palazlanan ‘siyasal İslâm’ın yirmi yıllık iktidarının artık ‘yorgun dönemeci’ni yaşıyoruz aslında.


Freni boşalmış bir kamyon gibi sert virajlara savrulan bir şaşkınlık, güç şehveti, iktidar sarhoşluğu ile direksiyon hâkimiyetini kaybetmiş bir yorgunluk bu. Öncelikle, parti isimlerindeki ‘adalet’ ve ‘kalkınma’ gibi kavramlar olmak üzere, ‘millî görüş’ hareketinin üzerinde yükseldiği ne kadar dinî ve millî(!) değer varsa tamamını ailenin mirasyedi, haylaz çocuğu gibi har vurup harman savuran, üzerinde yükseldikleri tüm değerleri ayaklarının altında çiğneyen yirmi yıllık bu fikir ve değer yorgunu iktidarın artık çöküş ve tükeniş sahneleri çekiliyor…


Yönetmenden başlamak üzere, senaryoya, oyunculara, suflörlere, makyözlere, lojistiğine, açık ve gizli dublörlerine kadar yer alan tüm isimlerin ekrandan aşağıya doğru kayışını ve nihâyetinde büyük puntolarla ‘Son’ yazışını bekliyor Türkiye, çünkü artık bir Alfred Hitchok filim platosuna dönmüş durumda ülke; tepede, ağaçlar arasında, pencerelerinden mum ışığı sızan ve içinde hayaletlerin, cinlerin, gulyabanilerin cirit attığı, çığlıkların yankılandığı bir plato bu. İzleyicilerin büyük kısmı filmin sonunu beklemeden salon her geçen dakika boşalıyor, çünkü filmin sonu için senariste ihtiyacı kalmadı, merak ve şaşkınlık duyguları iptal oldu izleyicinin. Bir drama olarak başlayan film absürt-komediye dönüştü.


Salonu terk eden vasatî izleyici için alternatifi daha da sıkıcı, sabit kamera ve tek mekân çekilen ve ancak bir sanat yönetmeninin seyrini ancak tamamlayabileceği Çek filmi kadar boğucu ve belki de bir Hint filmi kadar tahammülfersâ. Çektiği hemen tüm filmler boş salonlara oynamış, gişeleri iflas etmiş yönetmenlere mahkûm seyirci. ‘Biz adam olmayız’dan ‘bizden yönetmen çıkmaz’a evrilmiş bir umutsuzluk hâkim.


Altı yönetmenin, altı senarist sandalyesine yan yana oturup, bir arada höpürdettikleri ve altı kahve kupasıyla çekmeye başladıkları filmin, daha ilk dakikalarından itibaren vizyondaki kendi sadık seyircisinin bile salonu boşaltmaya başladığı yirmi yıllık filmin tiratları ve sahneleriyle dolu olması ve tabii iki önemli başrol oyuncusunun, 19 yıl vizyondaki filmde yardımcı başroller oynadıktan sonra, filmin jeneriğindeki isim sıralaması kavgası sonrası ‘altılı senaristler’i oluşturması da seyir zevkini tamamen kaçırmakta.  


Filmin başyönetmeni, fazlaca nahif görüntüsüyle Filiz Akın’ın ardından sıçraya sıçraya yürüyen Ediz Hun jönlüğünde, filmin kadın başrolü rol kabiliyetini, kadınlarla yaptığı bir basın toplantısında, “Ben çok iyi taklit yaparım”la izah eden ve gerçekten de kusursuz rol yapan bir yönetmen Suzan Avcı, yan yönetmenliklerin birinde Altan Erbulak’a benzerliğiyle filmin ciddi ama komik faktörü, bir diğeri kendini olmayan Mezopatamya sinemasına adamış bir Erivan sineması hayranı, bir başka diğeri de masayı İzzet Günay yakışıklılığı ile dolduran ve masaya aitmiş gibi durmayan ama istikbal vaat eden ciddi yönetmen ile çekilen bir film bu. Her birinin ayrı senaryosunun ‘kes/kopyala/yapıştır’ marifetiyle ortaya çıkan bu senaryo ile çekilen filmin gişe yapması mümkün değil, sinek avlayacağı âşikâr…


İzleyicinin, yönetmenlik konusunda yüksek kabiliyet atfettiği ve ‘Sosyal içerikli bir film çekse de izlesek’ diye büyük çaplı beklentiye girdiği ve dahi film çekmesi gerektiği konusundaki taleplerini yüksek sesle ve alenen dile getirdiği bir yönetmen ise sanki sinema mafyası tarafından rehin alınmış ve susması tembih edilmiş gibi sinema ile alâkalı cümle kurmuyor, sinemaya gitmiyor ve galiba evindeki sinema kanallarını bile kapatmışcasına sinemadan uzak duruyor, hatta, devlet terbiyesi almış ve yönetmen koltuğuna henüz oturmuş bir yönetmenin, “Seni Türk sineması ve sizden beklenen filmi çekmenizi isteyen Türk sinema seyircisi adına göreve davet ediyorum. Türk sineması adına elinizi taşın altına şimdi koymayacaksanız ne zaman koyacaksınız? Şimdi o taşın altına elinizi koymaz iseniz yarın o taşı yerinde bulamayacaksınız” demesine rağmen, sanki bu çağrı kendisine yapılmamışcasına ölü taklidi yapıyor. Film çekmekten korkuyor, köprülerden geçiş garantisi veren kamu gibi seyirci garantisi istiyor, ‘gişeyi görmem lazım’ diyor adeta. Yönetmen koltuğuna oturmaya cesareti yok, yardımcı yönetmenleriyle bile artık görüşmüyor. Yarınlarda seyirci olarak bile sinemalara girmeyecek, bundan habersiz yaşıyor. 


Üzerinde beklenti oluşan bir diğer yönetmen adayı ise, üyesi bulunduğu İstanbul Yönetmenler Derneği hâricinde tüm derneklerle ilgilenen, denizaşırı seyahatlerinden birinde âniden çıkan bir nâgihan fırtınasına tutulup, alabora olmaktan son anda canını kurtaran bir yönetmen. Mevcut yirmi yıllık yönetmen ile fazlaca benzerlikleri sebebiyle umut vaat eden genç yönetmenler listesinden çıkarılan bir yönetmen.


Görünen o ki, Türk sinemasında değişen bir şey olmayacak ve altılı yönetmen masası da izleyicinin yirmi yıldır izlemeye mahkûm edildiği filmi vizyonda tutmak için elinden gelen yapacak.


Uzun zamandır yazmıyorum, biraz pas atma ve biraz da Türk sinemasının hâl-i pür melâline dair bir serzeniş, bir endişe ve bir hayıflanmadır bu satırlar.










    


Yorumlar

Güvenlik Kodu

vahiy  insan  şehir  revelation  ahlâk  etik  ethica  nüzhet yalan estetik  metafizik  ebrah doğu  batı  fıtrat  creation  yaratılış  iyilik  kötülük  dürüstlük  eşref-i mahlûkat  kişilik  asâlet  cesâret  vefâ  sadâkat  ihânet  yalan  immoralist  mitoloji  belh’um adâl  aere perennius  antere  genetik  şuur  terbiye  muâşeret  muâşaka  muvâsalat  firâk  zarâfet  letâfet  ferâset  panteon   rolyef  fresk  heykel  portre  gravür   ideal  ülkü  ülkücü   kerbelâ  aşk keşke  cennet  cehennem  araf  âdem  havva  hâbil  kâbil  elma  haz  hayâ  hicap  gurur  hürriyet  adâlet  musâvat  agnostic  akıl  dacret  locig  analytical  antiq  aristokrasi  kûrûn-i vustâ  giyotin  hakikat  hikmet  paradox  dialectic  tenkit  stoa  akademia  logos  logos spermaticos  felâsife  gelenek  hermeneutic  semantic  hint  upanişad  mutezile  ihvân-ı safa  ilk neden   iskenderiye okulu  medinetü’l fâzıla   hürriyet  kölelik  rönesans  ütopya  rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed  kur’ân  endülüs ibn-i rüşd  aristotales  şeyh gâlip  farâbi  platon  sokrat   marcus aurelius  galile  mimar sinan  kirkedard  farabi  ibn-i sina   ibn-i hâldun  kafka  taşköprülüzâde  gazâli  musa cârullah  şemseddin sâmi frasheri  bergson  enver paşa  muhammed ikbal  hayyam  mehmet âkif  yâkup cemil  şems  ibn-i haldun  mevlâna  ali şeriâti  fuzulî  ebu’l âlâ el maarrî  ahmet mithat efendi  cemil meriç  nâmık kemal  ahmed hamdi tanpınar  kemal tahir  yahya kemal  cahid zarifoğlu  dostoyevski  tolstoy  knut hamsun  nietzsche  oğuz atay gogol  albert camus  descartes  herman hesse  puşkin  halil cibran  kaşgarlı mahmut  tevfik fikret  cenap şehabettin  neyzen tevfik  motzart  bach  mahler  tarkovski  suç ve  cezâ   anna karenina  madonna  prag  istanbul  çocuk kalbi  sn. petersburg  soljenitsin  marks  kant  heraklit  hegel  el-hamra  endülüs  kâmus u türkî  redhouse  wagner  kâmus u okyanus  lugat-i fransevî  iliria shqip  meydan larusse  şakâyık-ı nûmâniye  mevzuâtü’l ulûm  abdülkadir merâgi  ıtrî  muhammed esed  michelangelo van gogh  cezanne  rembrand  monet  hoca ali rıza  ulysess gaze  eleni karaindrou  sezen aksu  golha  farid farjad  osman hamdi

Tasarım : ATS