MEHMETÇİK AVCI KEKLİĞİ Mİ?
Sinema tarihinin en önemli filmlerinden “The Godfather” filminde bir sahne vardır.
Aileler arası savaşta kritik bir zamandır. Baba Don Corleone(Marlon Brando) oğlu Michale’in(Al Paçino) kulağına eğilir ve:
“Listen, whoever comes to you with this Barzini meeting, he's the traitor. Don't forget that …”
(“Seni barış toplantısına çağıran ve güvenliğini sağlayacağını söyleyen kişi haindir. İlk kim gelirse hain o olacaktır, unutma bunu…”) der...
Şunun adını artık dürüstçe ve netçe ortaya koyalım.
Bu süreçte devlet adına, çok farklı siyâsî kesimlere mensup ama aynı ağız ile ezberlenmiş/ezberletilmiş bir şekilde “barıştan”dan, “sabır”dan, “metânetten”, “açılım”dan, “daha fazla demokrasi”den bahseden ve bu kelimeleri ağızlarına “pelesenk” edip, ekran ekran dolaşanlar “hain”lerdir.
Bunlar “muvazzaf”tırlar, büyük bir “organizasyon”un, büyük bir “sinyalizasyon sistemi”nin reflektörleridirler, bunlar aynı kumanda sisteminden idâre edilmektedirler.
Deniz Baykal’ın bir kaset ile saf dışı bırakılması dâhil, son iki yılda yaşadığımız pek çok önemli hâdisenin merkezinde bugün olup bitenler ve yakın gelecekte olacak olanlar vardır.
Dağılca’dan Çukurca’daki saldırıya kadar bütün PKK saldırılarında Mehmetçik adetâ bir “avcı kekliği” gibi mevzilerde saldırı ve ölüme mâruz kalmaktadır.
Son dönemde “istihbarat faaliyeti ve yetkisinin” Genelkurmay’dan alınıp MİT’e verilmesi ve bölgede uzun yıllar görev yapan kurmayların geri çekilmesinin ardında da yine bugün olanlar ve yakın gelecekte olacak olanlar vardır.
Daha evvel de yazdık, her şeye rağmen, otuz yıldır devam eden teröre rağmen, akan kana rağmen, on binlerce evlâdının şehâdetine rağmen bu büyük ve aziz millet daha henüz bir tek evin kapısına “X” işareti koymamıştır, koymayacaktır da. Bu büyük ve aziz millet, kızılcık şerbeti içecek ve kan kustum demeğe devam edecektir.
Ve bu durum bugün olduğu gibi siyâsi iktidarların aslında en büyük avantajıdır. Her türlü sert tedbiri almaları için milletin kendisine verdiği bir yetkidir aynı zamanda..
Bu yetkinin bugün “ısrarla kullanılmaması” mânidardır!.
Evet terörü engellemek zordur, tamâmen bitirmek belki imkânsızdır, kabul edilmesi gereken bir şeydir bu. Terörü yok etmek için uzun bir zamana, detaylı çalışmalara, ekonomik, sosyolojik tahlillere ve planlara ihtiyaç vardır. Bu da yadsınamaz bir hakikattir ve bu hakikat bugüne kadar tüm iktidarların mâzeretleri olagelmiştir.
Fakat üçüncü iktidar dönemini yaşayan AKP iktidarı üç dönemdir bir koalisyon hükümeti değildir, üç dönemdir tek başına bir iktidar dönemi ve gücünü sürdürmektedir.
Recep Tayip Erdoğan ve AKP hükümeti terör konusunun halli için önünde çok çok uzun bir zaman bulmuştur.
Buna rağmen hâlâ terör sorununun çözülmesinin uzun zaman alacağı şeklindeki beyânatları acıklı bir durumdur. Başbakanın bugün hâla muhalefete(eğer ona da muhalefet denirse) yönelik, “varsa bir çözümünüz söyleyiniz, yoksa halkı tahrik etmeyiniz” demesi başlı başına bu konuda bir “iflâsın Başbakan tarafından itirafıdır”.
Artık, burada iki ihtimalden söz edebiliriz.
1- AKP’nin aslında terörün bitirilmesiyle alâkalı olarak hiçbir çözümü yoktu ve bugün de yoktur.
2- AKP’nin çözümü aslında vardır, bu çözüm kapalı kapılar arkasında, meçhûl odaklarda hazırlanmış bir çözümdür ve bu çözüm hayat bulana değin Başbakan ve AKP olana bitene sessiz kalmak, geçiştirmek, durumu idare etmek, bu gizli çözümün dinamiklerini yavaş yavaş hayata geçirmek ve böylelikle kamuoyunu bu gizli çözümün finaline yine yavaş yavaş hazırlamaktır.
Her iki halde de durum vahimdir.
AKP’nin son seçimlerde aldığı oy oranı başta Başbakan olmak üzere iktidar mensuplarını şımartmış ve dünkü Çukurca saldırısından sonra açıkça görülmüştür ki “küstahlaştırmış”tır.
Başbakanın sâkinliği, bilhassa Cemil Çiçek’in 24 şehide rağmen yeni anayasaya atfen, hissiz ve umarsız “yolumuzdan dönmeyeceğiz” açıklamaları, Türkçe Olimpyatları’nda hislenip salya sümük ağlayan AKP kadrolarının saldırıyı hükümetlerinin Ortadoğu’daki performanslarına(!) bağlayan açıklamaları ve bundan politik fayda devşirmek isteyen düşüklükleri, iktidarın aslında terör konusuyla alâkalı olarak “gizli bir ajandası”nın olduğunun bir delilidir. İktidar için ve iktidara bağlı odaklar için ve medyadaki kolları için dünkü Çukurca saldırısını, bahse konu “gizli ajanda”daki çözümün önünde bir “yol kazası” olarak telâkkî edildiğinin bir delilidir.
Bu arada, bu “gizli ajanda”nın paralelinde medyadaki bâzı kalemlerin “Öcalan madem örgütünü İmralı’dan yönetiyor, o zaman Bodrum ya da Marmaris’te 20 dönüm çiftlik verelim, oradan yönetsin ve barışa(!) katkı sunsun” şeklindeki(dikkat yine sihirli kelime barış) kamuoyu oluşturma, kamuoyunu alıştırma çalışmalarına 24 şehide rağmen ısrarla devam etmeleri de yine Başbakanın ve AKP Hükümetinin sümeninin altındaki bir “gizli ajanda”nın varlığına delâlettir.
Bütün bunların ilk adımı, tabii olarak “yolumuzdan dönmeyeceğiz” kararlılığının argümanı “yeni anayasa”dır. Muhtevâsı hakkında hâlen kamuoyunun hiçbir şey bilmediği bu yeni anayasa hakkında iki yıldır günden güne artan bir yoğunlukla telâffuz edilen kriter “derinlikli demokrasi”dir. Bu “derinlikli demokrasi”nin içindeki “derin” kelimesinin tedâileri, çağrışımları ve bizdeki mâzisi mânidardır ve bizdeki sicili kötüdür. Ne kadar derinliklidir bu demokrasi ve ne kadar “derin”lerde ve ne kadar ve hangi “derin”ler tarafından hazırlanmaktadır, bu husus karanlıktır ve konuda kamuoyunun bilgisi yoktur, yalnızca Meclis Anayasa komisyonundaki üyelerle sınırlı olmadığı aşikârdır.
Yeni anayasanın “derinlikli demokrasi” kültürünün artık yurdun tamamına yayılan PKK terörüne çâre olacağını düşünmek, bugün artık en kibar tabirle geri zekâlılıktır. Çünkü terörün son iki yılda aldığı şekil göstermektedir ki, bunların niyeti ya da talepleri özgür bir anayasa, kültürel haklar falan değildir. Bu terör örgütü artık bir cinayet makinesidir ve oradaki rant başta bu örgütün yöneticileri olmak üzere uzantılarını da çarkın içine almıştır.
Yeni anayasanın bunlara tanıyacağı hiçbir hak ve ayrıcalık cinayetlerin önüne geçemeyecektir ve taleplerini sonlandırmayacaktır.
Bildiğimiz bir şey vardır ki o da PKK’nın Kürtleri yıllardır kitlesel bir ayaklanmaya iknâ edemediğidir. Bu, Türküyle, Kürdüyle bu millet için bir kuvvettir. Bu kuvvet aslında insanlık tarihine bir arada yaşamanın en manzum örneği sunan bu millet için kuvvettir. Bu kuvvet sâyesinde otuz yıldır bu ülkede hiç kimsenin kapısına X işâreti konulmamış, organizeli olarak kimsenin burnu kanamamıştır.
Bu böyle olmaya da devam edecektir.
İşte bu durumda yapılması gereken ya BDP Meclis Grup Başkan Vekili Pervin Buldan’ın “Bu bir savaştır” tespitinin nelere mâl olacağı anlatılmalı ve BDP ve PKK ve yan örgütleri başta olmak üzere nizâmî bir savaşın muhatabı olarak kabul edilerek “savaş hukuku” uygulandığında nelere olacağı Meclisteki BDP’lilere belki bir animasyon/slayt gösterisi ile izletilmeli ya da bütün bu okumalar ışığında terörle mücâdele yeniden tanımlanmalıdır.
Bunun bir “savaş” olarak kabul edilmesi aslına bakarsanız çözüm için daha kolay ve hızlı neticeler getirir. Bölgede taş üstünde taş bırakmazsınız ve olur biter. Batılı güçlerin, Batılı finans örgütlerinin birinin kucağından inip diğerinin kucağına oturan ve o kucaklarda büyüyen PKK, BDP ve yancıları o zaman “savaşın ne demek oluğunu” iyice öğrenirler.
Eroin tüccarının eşi BDP’li Pervin Buldan’ın dediği gibi eğer gerçekten “bu bir savaş”sa, herkes bilir ki bu savaşın ilânından 3 gün sonra o bölgeden geriye derin bir sessizlik ve büyük bir mezarlık kalır…
Fakat bu aziz ve âlicenab milletin ve binlerce yıllık devlet geleneğine sahip Türkiye’nin ilk tercihi her şeye rağmen, bütün vahşiliklerine, bütün ilkelliklerine, bütün satılmışlıklarına, bütün ihanetlerine, bütün cahilliklerine, bütün şımarıklıklarına, bütün ahlaksızlıklarına, bütün câniliklerine, bütün iğrençliklerine rağmen savaş olmayacaktır.
Yapacağımız şey terörle mücadeleyi yeniden tanımlamaktır …
Bütün dünyaya bu konuda ne kadar kararlı olduğumuzu böylelikle göstermek zorundayız. Bölgede at oynatanlar da pabucun ne kadar pahalı olduğunu görmeli ve tercihlerini kıçıkırk, baldırı çıplak, okuması yazması olmayan, elini yüzünü yıkamaktan âciz, dağdaki bütün hayatını 25-30 kelimelik Marksist bir jargonla idare eden vahşilerden, kiralık katillerden yana mı yoksa Kosova’dan, Mohaç’tan, Çanakkale’den iyi tanıdıkları, insanlık tarihinin ve medeniyetinin bu mümtaz âilesi olan Türkiye’den yana mı olacaklarına karar vermelidirler.
Onların bu kararını belirleyecek olan argüman Türkiye’nin bu konudaki sert ve kararlı tutumu olacaktır artık. Bunu görmek için kör olmamak kâfidir.
Yapılması gerekenler, yapılacak olanlar zor değildir.
Öncelikle, artık Avrupalı entelektüeller için bile alay mevzuu olan Avrupa Birliği, uyum sürecinde yaptığımız bazı değişikliklerden rücû edilmelidir.
İlk iş olarak idam cezası geri gelmeli ve yargının terör suçlularının dâvâlarını ivedilikle neticeye vardırmalı, idam cezası alanların cezaları muhakkak infâz edilmelidir.
Ayrıca polisin elinden alınan yetkileri tekrar gözden geçirilerek fazlasıyla geri verilmeli, büyük şehirlerde de terör konusunda uzmanlaşmış özel timlerin kitlesel eylemlere müdahalede yetkisi tanınmalı, gerekirse polise “vur emri” verilebilmelidir.
Bölgede derhal olağanüstü hâl ilan edilip gece sokağa çıkma yasağı ilan edilmeli ve Güneydoğu’da özel timlere “vur emri” çıkarılmalıdır.
Bölgeyi korumak üzere konuşlandırılan ancak kendini bile koruyamayan karakollar gözden geçirilmeli ve şehirlerde para kazanmaktan artık karnı şişen TOKİ sınırlarımıza yüksek inşaat ve malzeme teknikleriyle karakollar yapmalıdır.
Bu mücadelenin mihenk taşı istihbarattır.
MİT ve ismi yakışıklı ama kendisi ne iş yaptığı belirsiz KGT gibi kuruluşlardaki en ufak bir istihbarat zâfiyeti ve ihmâli en ağır şekilde cezalandırılmalı ve sorumluları gerekirse vatana ihânetten yargılanmalı ve idam edilmelidir. MİT ve Emniyet İstihbarat, siyasetçilerin yatak odalarını izlemeyi ve Oslo’da, orada burada PKK yöneticileriyle fink atmayı, kahve içmeyi bırakmalı ve istihbaratını bölgeye ve örgüte yoğunlaştırmalıdır.
Ancak bunlar yapıldığı taktirde anaların-babaların acısı dinecektir.
Ancak bunlar yapıldığı taktirde bölgede hesapları olanlar ne kadar ciddi olduğumuzu ve pabucun ne kadar pahalı olduğunu anlayacak ve ona göre de kendileri yeni pozüsyonlar alacaklardır.
Ancak bunlar yapıldığı taktirde büyük ülke olunabilecektir.
Ancak bunlar yapıldığı taktirde itibarımız olabilecektir.
Sultan Abdülhamid için:
“Açesumarta’dan isihbarat alırdı ama Yıldız’da altını oydurlar haberi olmadı” denir.
Ortadoğu’da “Arap Baharı”nın üfürüğü olacağım derken, sınırınızdan bir hafta boyunca kervan kâfile katırlarla taşınan silahları ve 300-400 kişiyi fark edemez ve kendi sınırlarınız içinde karakollarınız basılır ve aynı ânda 24 askeriniz şehid edilirse eğer, size büyük ülke demezler, size bir taraflarıyla gülerler.
Bir tarafta Davos’ta Şimon Peres’e kostaklanıp, Mecliste PKK’nın personeli olduğu artık su götürmez bir gerçek olan ve aslında bunu da inkâr etmeyen BDP milletvekilinin “Bu bir savaştır” küstahlığının haddini bildiremezsen, senin kabadayılığına kimse inanmaz.
Partinin içindeki Kürt siyâsetçilerinin tesirinden kurtulamaz ve İçişleri Bakanının üzerine yürüyerek, KCK tutuklamalarına yönelik “Siz silahlı ve silahsız insanları birbirinden ayıramıyor musunuz?” diye bağıran kendi milletvekiliniz Mehmet Metiner’e haddini bildirecek bir milletvekilin yoksa kimse sizin “Metânet çağrınızın samimiyetine” inanmaz ve size “Annenizin vefâtında neden metânetinizi koruyamadığınızı” ve “Yirmi yaşındaki kuzucuklarının şehâdetlerinde metânetlerini korumalarını nasıl bekleyebildiğinizi” sorarlar. .
Suriye de “derin strateji” uygulayacağım derken, bu stratejinin sana nasıl dönebileceğini hiç hesap etmezsen ve buna karşı tedbirin yok ise, kimse senin “Bu işi kışkırtan ülkeleri biliyoruz” açıklamanı ciddiye almaz, “Madem biliyorsan gereğini yap” der ve sen “Hiç ama hiçbir şey” yapamazsın!..
Hülasa, terörle mücâdele yeniden tanımlanır ve bütün bunlar yapılabilir mi?
Teorik olarak, “Evet, istenirse yapılabilir”.
Fakat bu satırların sâhibi Başbakanın ve AKP’nin bu konuda “gizli bir ajandası” olduğuna inanmaktadır ve hiç de umutlu değildir…
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi