Telvin Hüsn-ü Hat Sahaf Şiir
Anasayfa > Adnan İslamoğulları > Siyâsetten uzak bir yazı; içinde babam ve annem var..

Siyâsetten uzak bir yazı; içinde babam ve annem var..



Bir akşam oturması ziyâretinin bu denli kibar ve naif iletildiği günlerin artık geçmişte kalan güzel bir âdetiydi bu, birkaç yıl evvel bir kitaba isim olacak kadar eskilerde kaldı:


“Bir mâniniz yoksa annemler size gelecek bu akşam”


O yılların Türkiye’sinde akşam oturmalarına ailece gidilir, gecenin ilerleyen saatlerine kadar koyu sohbetler edilirdi. Ki bu “geç saat” en fazla gecenin yarısıydı, “oooo saat on ikiye geliyor!” cümlesi vaktin çok ilerlediğini ifâde eden bir ünlem olurdu, çünkü sabah erken başlanırdı hayata. Modern zamanların geç vakit kavramı artık o kadar değişti ki, gecenin ortası neredeyse günlük hayatın da ortası oldu, çay-kahve faslının henüz yeni başladığı bir vakit haline geldi. Neredeyse iki saat süren  televizyon dizileri asırların oluşturduğu “müslüman saati”ni ortadan kaldırdı.


70’li yılların tam ortasında, Grundig marka o sihirli kutunun evimize geldiği gün, şüphesiz hayatı bu kadar etkileyeceğini bilemiyorduk. Çatıdaki antenin ayarları esnâsında tatlı bir heyecan, ekrandaki karlı görüntünün Pembe Panter’e dönüşmesiyle doruğa çıkmıştı…


Tabii, bununla bitmiyordu merâsim.. “Masif”in yerine icâd edilen ve evlerdeki güzelim masif mobilyaların yerini sür’âtle devrettiği “Formika” televizyon sehpâsı tozu alınarak, iyice silinerek büyük odaya yerleştirildi, zamanın elektrik yetmezliğine karşı bir de regülâtör de alınmıştı, regülâtör sehpâda ait olduğu bölmeye konuldu. Televizyonun üzerine çapraz şekilde konulacak bir dantel ve regülâtörün üzerine konacak küçük bir dantel tercih edildi rahmetli anneciğim tarafından, karşıdan güzel durup durmadığına bakıldı ve “evet evet güzel durdu” rahatlığı temin edildikten sonra sıra son hamleye gelmişti. Televizyonun üzerine büfeden çıkarılan bir küçük vazo konuldu, bahçeden annemin zaman zaman “âh benim kızım ne de güzel açmış” diyerek konuştuğu yıldız çiçeklerinden bir demet toplandı ve vazonun içine konuldu.


Sehpânın altında bir raf daha boştu. Oraya da evimizin emekdar radyosu konulmalıydı.


İşin bu faslı hüzünlüydü. “Sıera” marka o radyo, odanın lamba anahtarının üzerindeki T şeklinde iki adet ahşabın üzerinde dururdu. Zamanın kemik rengine dönüştürdüğü beş tâne kanal düğmesi, sağında ve solunda iki tane ses ve kanal arama silindiri ile uzun yıllar durduğu raftan eve yeni yerleşen televizyon sehpasına taşınıyordu.


O radyo, Demokrat Partili rahmetli babacığımın 1960 ihtilâlinin haberini dinlediği radyoydu. “Tok sesli albay”ın okuduğu ihtilâl bildirisini dinlediği radyoydu. Yassıada mahkemelerini dinlediği radyoydu. O radyo, Demokrat Partili rahmetli babacığımın ihtilâlden bir süre sonra Adnan Menderes ve iki arkadaşının idam haberlerini dinleyip, üzüntüden kahrolduğu radyoydu.


Ve o radyo yine ihtilâlden birkaç yıl sonra 08.09.1966 yılında 45 yaşında hayata vedâ eden babacığımın ardından annemin ve evimizin beş yıl sürecek olan mâtemi için gardroba kaldırılan ve beş yıl sonra büyük ağabeyimin annemden ricasıyle yine aynı rafa konulan radyoydu.


Sabah yedide “halk hikâyeleri” proğramının jenerik müziğiyle uyandığımız, Perşembe geceleri saat 21.00’da “radyo tiyatrosu”nu ailece can kulağı ile dinlediğimiz radyoydu. Hamiyet Yüceses’i, Sabite Tur’u, Zeki Müren’i dinlediğimiz radyoydu. PTT’nin, Feriköy’ün, Beykoz’un, İzmirspor’un, Altınordu’nun Göztepe’nin, Hacettepe’nin 1. Futbol Liginde bulunduğu zamanlardı o bu maçları da biz o radyodan dinlerdik.


İşte o radyo, evimize televizyonun geldiği o yaz günü, uzun yılar durduğu raftan indirilip, televizyon sehpasına konulan radyoydu.


Hüzünlüydü, çünkü hepimizin o radyo ile bir yakınlığı vardı, ama annemin hâtıraları hepimizden daha hazindi.. Çünkü o radyoda annem ve babam kendi şarkılarını, söz ve bestesi Şekip Ayhan Özışık’a ait “Gün gelir de bir gün beni unutursun demiştin / kalbimdeki bu hicranı uyutursun demiştin / ne ben seni unutabildim / ne bu gönlümü avutabildim / ne bu derdimi uyutabildim / unutamam seni / unutamam seni…” şarkısını Zeki Müren’den dinlerlerdi.


Sonraki yıllarda televizyonda tesâdüf ettiğimiz bu şarkıyı annemin ve bizim tâzelenen mâtemiyle birlikte dinledik yıllarca. Annem de bize vedâ ettikten sonra biz bütün evlâtları hâla o şarkıyı dinliyoruz. Her bayram günü hâlâ bugün elden ayaktan çekilen o güzel şarkıyı dinliyoruz. Hayatları boyunca bir kez olsun birbirini kırmayan, incitmeyen rahmetli babacığım ve rahmetli anneciğimin şarkılarını dinliyoruz. Babamın ardından geçen 45 yıl, annemin ardından geçen 7 yıl sonra biz hâlâ onlarsız ama onların şarkısını dinliyoruz…


“Gün gelir de bir gün beni unutursun demiştin / kalbimdeki bu hicranı uyutursun demiştin / ne ben seni unutabildim / ne bu gönlümü avutabildim / ne bu derdimi uyutabildim / unutamam seni / unutamam seni…”


Ve onları o kadar çok özlüyoruz ki!..


İşte o radyoydu…


Merâsim bittikten sonra cumartesi akşamlarının mutâdı olarak bahçedeki erik ağaçlarının arasında yenen akşam yemeğinin lezzeti hâla damaklarımızdadır. Ablamın yaptığı zeytinyağlı salata, cacık ve annemin yaptığı içine ince kıyılmış maydonozlu köfte…  


Ve tabii yemek sonrası kesilen karpuz… Amcam Efe Hasan’ın bahçe duvarının ardından boş çay bardağını çay kaşığı ile sürekli karıştırarak dolaylı olarak sormuş olduğu “çay hazır mı?” sualine verilen “amca buyurun çay hazır” cevabının ardından bahçede toplanan büyük aile…


Üç erkek kardeşin, babam Abdül, ikiz amcalarım Efe Hasan ve Efe Hüseyin’in ve halamların tarafına bahçe kapılarıyla birbirine geçilebilen evimizdeki büyük bahçede toplanan büyük aile ve bizler yani LâmCemâ’nın torunları, “aynı bahçenin çocukları”


İşte o eve televizyon denen sihirli kutu 70’li yılların tam ortasında bir cumartesi günü akşamüzeri girmişti. Ve rahmetli halam, uzun zaman yüzünü yan çevirdi ekrana bakarken, dindarlığına hâlel gelmiş sayardı ekranda görünen yabancı erkeklerin odamıza kadar girebilmelerini.


Televizyonla birlikte tedricen, yıllar içinde hayatımızdan çok şey kaybolmağa yüz tuttu. “Şu televizyon, muhabbeti ortadan kaldırdı” diye şikâyet eden yeğenim çok haklı aslında, hemen her bir araya geldiğimizde “Kapatın şu televizyonu” demekte de…


Zaten azalan akşam ziyâretlerinin, oturmalarının televizyondaki dizilere göre tanzim edilmesi bunun bir delili.


Hayatımızdan elini ayağını çeken yalnız akşam oturmaları ve ziyaretler değil ki...


Televizyonun hayatımızdan çekip aldığı en güzel şeylerden birisi de yazlık sinemalarımızdı.    


Birbirine arkalarından uzun bir tahta çıta ile rabt edilmiş tahta sandalyelerde izlenen ve film arasında Uludağ ya da Elvan gazozu içmenin ayrıcalık olduğu yazlık sinemalarımız…    


Genç kızlar en güzel elbiselerini giyerek giderlerdi yazlık sinemalara.. Kırmızı, lacivert, sarı veya yeşil   puantiyeli, japone ya da karpuz kollu blûzlar, diz hizâsında kiloş etekler, incecik ve biraz yüksek topuklu ayakkabılar giyilir, saçlar karavel kesilmiş, uçları dışarıya doğru omuzlardan kıvrılır ve gözlere de hafif bir kalem çekilmiş olurdu muhakkak.


Delikanlılar jilet gibi ütülü kumaş pantolonları, bugünlere göre biraz daha büyük ve açık yakalı gömlekleri, üzerlerine attıkları ince bir hırka, süveter ya da V yakalı omuzlardan arkaya atılmış  Shetland kazakları, düzgünce taranmış ve briyantinlenmiş saçları, sinekkaydı traşları ve bolca sürülmüş losyonları ve muhakkak boyalı iskarpinleri ile civa gibi, tığ gibi gelirlerdi sinemaya.


Mahallenin tıfılları ise, delikanlılar ile genç kızlar arasında mektup taşımakla meşgul olurlardı, ufak harçlıklar ve bir gazoz karşılığında ve kesinkez ağızılarını sıkı tutmaları tenbihiyle. Küçük bir kağıda yazılmış notlardan, mânilerden, dörtlüklerden veya felanca muhallebicide, feşmekanca gün ve saatte buluşalım recâlarını iletirdi bu küçük notlar zarif muhataplarına ya da ilerlemiş bir aşkın uzun tiradlarını taşırdı, “sevgilim” diye başlayan…


Çünkü istenilen her ân görüşmek, konuşmak, muâşaka mümkün değildi, buna zamanın terbiyesi ve gelenekleri müsaade etmezdi...


Bir köşe başında iki dakikalık konuşmalar, mahallenin bakkalının önünde sevimli bakışmalar, işmarlar bile hasrete devâ olmaya kifayet ederdi..


O zamanın aşklarının vazgeçilmez aracı mektuplar ve mekânı ise yazlık sinemalardı.


Tabi ki Yeşilçam’ın aşk şarkılarıyla bezeli naif aşk filmleri..


Yeşilçam’ın tüm zamanlarının en güzel kadını Türkan Şoray mahallenin âşık ve mâşukunun tercümânı olurdu.


“Ateş Parçası”nda Kartal Tibet ile, “Artık Sevmeyeceğim”de Cüneyt Arkın ile, “Boş Kalan Çerçeve”de yine Kartal Tibet ile, tertemiz aşkların en güzel rollerini oynardı Türkan Şoray.


Fakir ama onurlu kız, zengin ama hercâi ve sorumsuz erkek uzun ve çileli yıllardan sonra birbirlerini anlarlar, birbirileri olmadan yaşayamayacaklarını görürlerdi..


Türkan Şoray’ın ağzından “Boş Kalan Çerceve” şarkısını Belkıs Özener söylerdi. “Artık bülbül ötmüyor/ gül dolu pencerde/ yalnız hâtıran kaldı / âh boş kalan çercevede”..


Cumartesi gecelerinin yazlık sinema eğlencesinin sonrasındaki haftanın aşk mektuplarında muhakkak boş kalan çerçeveden bir kaç mısra bulunurdu.


Yeşilçam aşklarının “Kınalı Yapıncak”ı, Türk sinemasının Nathalie Wood’u Hülya Koçyiğit ve vazgeçilmez rol arkadaşı, yakışıklı jönü Kartal Tibet “Son Hıçkırık” filmiyle hıçkırıklara boğardı seyirciyi, seyirci ağlamaktan perişân olurken, genç sevgililer “biz asla ayrılmayacağız” kararıyla çıkarlardı sinemadan ve birbirlerini daha çok severlerdi...


Güzel yıllardı… Televizyon ile güzelliği azalan, televizyonun bu güzellikler yerine popüler kültürü hızla ikâme ettiği güzel yıllardı.


“Komiser Colombo” ile ve “Zengin ve Yoksul” dizisiyle o zaman tanıştık.. Sonra Aşk-ı Memnu’yu ve Halid Ziya’yı tanıdı, romanını okumayan insanımız.


Sue Elin ve Jully Dallas’la girdi haremimize, sırasıyla geldi sonra her şey.


Ve sonra Türkiye sokaklarındaki kan, ekrana da damladı.


Biz artık arkadaşlarımızın ölüm haberlerini izlemeye başladık ekranlardan…


Ve bir gün, babamın 1960 ihtilâlini dinlediği radyonun yerinde, benim 12 Eylül İhtilâlini dinlediğim televizyon vardı ve babamın Adnan Menderes’in idamını dinlediği radyonun yerinde arkadaşlarımızın idamını dinlediğimiz televizyon vardı...


Adnan Şenel, “Bu hafta içinde babalarımızın bulunduğu bir yazı yazalım” dedi. 


Uzun zamandır siyâsî serencâmımıza dâir yazan ve artık bundan usanan ben, içinde rahmetli babamın ve annemin  bulunduğu bir yazı yazdım..


Nasıl başladım ve yazıyı nasıl bitirdim bilmiyorum, bildiğim bir şey var, bu yazının içinde babam ve annem var…


Allah onlara gani gani rahmet etsin…





Yorumlar

Yunus

Yaşım 20 ama sanki yazıyla o yılları yaşamış gibi hissettim kendimi.Allah razı olsun.Anne ve Babanıza Cenab-ı Hakk rahmet eylesin.

Güvenlik Kodu

vahiy  insan  şehir  revelation  ahlâk  etik  ethica  nüzhet yalan estetik  metafizik  ebrah doğu  batı  fıtrat  creation  yaratılış  iyilik  kötülük  dürüstlük  eşref-i mahlûkat  kişilik  asâlet  cesâret  vefâ  sadâkat  ihânet  yalan  immoralist  mitoloji  belh’um adâl  aere perennius  antere  genetik  şuur  terbiye  muâşeret  muâşaka  muvâsalat  firâk  zarâfet  letâfet  ferâset  panteon   rolyef  fresk  heykel  portre  gravür   ideal  ülkü  ülkücü   kerbelâ  aşk keşke  cennet  cehennem  araf  âdem  havva  hâbil  kâbil  elma  haz  hayâ  hicap  gurur  hürriyet  adâlet  musâvat  agnostic  akıl  dacret  locig  analytical  antiq  aristokrasi  kûrûn-i vustâ  giyotin  hakikat  hikmet  paradox  dialectic  tenkit  stoa  akademia  logos  logos spermaticos  felâsife  gelenek  hermeneutic  semantic  hint  upanişad  mutezile  ihvân-ı safa  ilk neden   iskenderiye okulu  medinetü’l fâzıla   hürriyet  kölelik  rönesans  ütopya  rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed  kur’ân  endülüs ibn-i rüşd  aristotales  şeyh gâlip  farâbi  platon  sokrat   marcus aurelius  galile  mimar sinan  kirkedard  farabi  ibn-i sina   ibn-i hâldun  kafka  taşköprülüzâde  gazâli  musa cârullah  şemseddin sâmi frasheri  bergson  enver paşa  muhammed ikbal  hayyam  mehmet âkif  yâkup cemil  şems  ibn-i haldun  mevlâna  ali şeriâti  fuzulî  ebu’l âlâ el maarrî  ahmet mithat efendi  cemil meriç  nâmık kemal  ahmed hamdi tanpınar  kemal tahir  yahya kemal  cahid zarifoğlu  dostoyevski  tolstoy  knut hamsun  nietzsche  oğuz atay gogol  albert camus  descartes  herman hesse  puşkin  halil cibran  kaşgarlı mahmut  tevfik fikret  cenap şehabettin  neyzen tevfik  motzart  bach  mahler  tarkovski  suç ve  cezâ   anna karenina  madonna  prag  istanbul  çocuk kalbi  sn. petersburg  soljenitsin  marks  kant  heraklit  hegel  el-hamra  endülüs  kâmus u türkî  redhouse  wagner  kâmus u okyanus  lugat-i fransevî  iliria shqip  meydan larusse  şakâyık-ı nûmâniye  mevzuâtü’l ulûm  abdülkadir merâgi  ıtrî  muhammed esed  michelangelo van gogh  cezanne  rembrand  monet  hoca ali rıza  ulysess gaze  eleni karaindrou  sezen aksu  golha  farid farjad  osman hamdi

Tasarım : ATS