Hayat akıp gidiyor; akıp akmadığı belli olmayan akarsular gibi...
Durgun sular gibi akarsular vardır hani; ne yöne aktığını bile kestiremediğiniz.. Şeffaf bir tablo gibi durur karşınızda, renksiz, kokusuz, ifâdesiz, üzerinde zamanı da durdurmak istediğiniz…
Dalgasız, köpüksüz, sessiz sedâsız, yorgun argın, için için akar dururlar yataklarında…
Sessizce inleye inleye akarlar da âhu enînlerini duymazsınız bile, taşların üzerinden düşerler de sesini duymazsınız bile, sudan ibârettirler de gözyaşlarını görmezsiniz bile…
Denize kavuşacakları, denizle karışacakları yere yaklaştıkları zaman iyice durgunlaşır ve şekilsiz, nispetsiz, istikâmetsiz kollara ayrılırlar da ayrılık nedir bilmezler, kendilerini bile taşımaz kolları anlamasınız bile ve hiç acele etmezler menzîle varmak için, varıp varmadığını fark etmezsiniz bile..
Çünkü, çok değerli bir yükleri vardır; kaynaklarından beri taşıdıkları, dağlardan, ovalardan, vâdilerden helâk olarak topladıkları yükleri ve karşılıksız taşırlar yüklerini, ne bir vazife gibi ne de bir fedakârlıktır onların yük yüklenmeleri.
Onu boşaltmak, süzmek isterler içinden çıktıkları toprağa, o yükten kurtulmak isterler. Hiç bir tortu kalmamacasına, en saf hâlleriyle kavuşmak ve karışmak isterler denizlere.
Deniz aşktır, muâşakadır, vuslattır.
Ve deniz ölümdür, hayat dene yükten kurtuluştur aslında, sessizce, vakur, şikâyetsiz bir teslimiyettir, Azrail’e acılı bir tebessümdür aslında…
Her bir kol, aynı gövdenin başka bir uzvunu kucaklar, çevirir, sarar, örter, besler ve sular, durgun ve yorgun..
Bu yorgun argın ırmakların adına bir sıfat eklenmiştir artık; “hüzün deltası”..
Adları kâfi değildir artık böyle ırmakları anmak için, yalnızca adlarıyla anılmazlar, deltaları eklenir, alüvyonlu topraklarından bahsedilir. Ardında bıraktıkları hâsıladan bahsedilir. Kısaca “hayat”tır bu “hüzün delta”sına bırakılan..
Doğum ile son nefes arasındaki “bir zaman”dan ibârettir hayat nihâyetinde; içine dünyalar sığan…
İçine sevgiler sığan, aşklar sığan, nefretler, kırgınlıklar sığan, kavgalar, savaşlar, ölümler, cinâyetler, açlıklar, tokluklar sığan bir zaman dilimidir hayat ve bir yük gibi bırakılır vuslattan evvel “hüzün delta”sına.
Ve hayat, yolculuğu boyunca hâsıl ettiği alüvyonlu topraklardan süzülüp denize döküldüğü vakit saflaşır, yalnızca kendisi olur, hârici ve tâli bütün sıfatlarından arınır ve yok olur.
Hayat ummâna kavuşur, vuslat gerçekleşir. Artık ne hayat vardır ortada ne ummân. Hayat ummâmdır, ummân da hayat. Ayrılık bitmiş, hasret bitmiş, acı, sürûr ve hayat bitmiş, ikilik bir’lenmiştir. Bundan gayrısı vuslattır, birliktir, sonsuzluktur, o kapının ardındaki büyük yalnızlıktır.
Hayat tüm levislerinden sıyrılmış, soyunmuş, arınmış ve hayat artık ummândan bir zerre, ummân artık hayatın kendisi olmuştur.
Geride kalanlar için hayat “hüzün deltası”nda bir bekleyişten ibâret olacaktır, ummâna kavuşana dek.
Bendeniz de yok olacağım vakti bekliyorum, hepimiz gibi...
Hayatın tüm levislerinden arınıp ummâna vâsıl olacağım ânı bekliyorum. Bir tebessüm ile “merhaba” demek için ummâna, “ben geldim” demek için.
Hayat akıp gidiyor, akıp akmadığı belli olmayan akarsular gibi..
Yegâne ve dâimi bir his, bir boğulma hissi refâkatinde, boğulma hissinin ardından, vuslatta derin bir nefes alana değin…
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi