![](include/class/timmy/timthumb.php?src=files/writers/profil_111.jpg&w=64&h=63&zc=2)
Türkiye yoruluyor…
Türkiye, “Arap baharı”nın sıcak meltemleriyle Ortadoğu’da yelken şişirmeye çalışırken pek havalı görünüyor. Şam’daki antidemokratik iktidara sürekli demokrasi nutukları atarken üst perdeden, sanki bir İskandinav ülkesinde, bir İskandinav demokrasisinde yaşadığınızı sanıyorsunuz kendinizi. “Ben vergisini veren bir vatandaşım” dediğinizde, devlet kapılarında akan suların durduğu bir ülkenin vatandaşı hissine kapılıyorsunuz.
Türkiye, “Arap baharı”nın sıcak meltemleriyle Ortadoğu’da patronculuk oynarken, bölgenin “kilit taşı” bir ülke sanıyorsunuz ülkenizi. Kimsenin yan gözle bakamadığı, sesini yükseltemediği, dünyanın bütün kriz masalarında başköşede oturan, sözü yere düşmeyen, itibarı titizlikle gözetilen bir ülke olmanın rahatlığıyla rehâvete kapılıyorsunuz.
Türkiye, “Arap baharı”nın sıcak meltemleriyle Ortadoğu’da ortalığa çekidüzen vermeye çalışırken, kendi işleri bir İsviçre saati gibi tıkır tıkır işleyen, kendi demokrasisi iyiden iyiye oturmuş, artık demokratikleşmenin zirvelerini zorlayan ve “vicdâni red” gibi demokratik varyatalarla meşgul bir ülkede hissediyorsunuz kendinizi.
Oysa içeriye dönüp baktığınızda manzara değişiyor, gerçeğinize tosluyorsunuz yine.
Otuz iki yıldır darbe anayasası ile yönetilen bir ülke, sırtındaki kambura bakmaksızın Şam’daki diktatöre demokrasi nutukları atıyor.
Otuz iki yıldır darbecilerden hesap soramayan, darbenin tahribatını onaramayan bir ülke, Ortadoğu’daki diktatörlerin arkasından iş çeviriyor.
Daha düne kadar “kardeşim” dediklerinin muhaliflerini Ankara’da ağırlıyor.
Bunun bedeli olarak terörü tekrar desteklemeye başladıklarında da bağırıyor.
Bunun bedeli olarak Türk bayrağı yakıldığında da neredeyse savaş çıkaracak.
Kıbrıs Savaşı’nda her şeyiyle Türkiye’nin yanında olan Kaddafi sokaklarda linç edilirken sesini çıkarmıyor, buna çanak tutuyor, ilk uçakla linççilerle görüşmek için Libya’ya gidiyor. Bir damlacık vefa duymuyor. Uluslararası bir mahkemede yargılanabilme hakkı için kılını bile kıpırdatmıyor Kaddafi için.
“1. Dünya Savaşı’nda İngilizlerle birlik olan Araplar” klişesinin yerini şimdi “Ortadoğu’da ABD ile birlik olan Türk”lere düşmanlık klişesi alıyor.
Libya’ya savaşmaya giden Kuşçubaşı’nın, Enver’in, Mustafa Kemal’in yerini şimdi, ABD ile birlikte iş gören bir Türk Dışişleri alıyor.
Türkiye, “Arap baharı”nın sıcak meltemleriyle Ortadoğu’da “birileriyle” aşna fişne olurken, Van’da karlar altında, eksi 14 derecede çadır kentlerde çocuklar ölüyor. Van’dan 350 bin vatandaş göç ediyor, Van hayalet şehre dönüşüyor.
Van’ı yenibaştan birkaç kez imar edecek kadar yardım toplanıyor, millet tüm felâket zamanlarında olduğu gibi yine kenetleniyor, “Biz” oluveriyor ve merhametli kardeşlik elini uzatıyor Van’a, ama hükümet “hele bir kışı atlatın” diyor. Van’da çadır kentlerde eksi 14 derecede çocuklar ölüyor.
Binlerce prefabrik ev yapacak kadar para toplanıyor, Hükümet, 350 adet Mevlana eviyle yetiniyor, şikayet edecek olanlara İçişleri Bakanı posta koyuyor, ardından polis depremzedeleri copluyor, biber gazı sıkıyor.
Bir diğer bakan Hüseyin Çelik, evlerinize girin diyor, ardından bir deprem daha oluyor, bir otel yıkılıyor, insanlar ölüyor.. Kimse hesap vermiyor. Kimseye hesap sorulmuyor. Van’da çadır kentlerde eksi 14 derecede çocuklar ölüyor.
Hükümet hala BDP ile çiş yarışında, ben yardım ediyorum, sen yardım etmiyorsun, hayır ben elimden geleni yapıyorum, hayır sen popülizm yapıyorsun. Filler dövüşüyor, çimenler eziliyor, Van’da çadır kentlerde eksi 14 derecede çocuklar ölüyor.
O kadar dram içinde çadır kentte sabahlayacak, orada bir çadırda kalacak, onlarla aynı soğuğu, çileyi, sıkıntıyı çekecek bir idealist devlet görevlisi çıkmıyor. O çadır kente yerleşecek bir vali, bir kaymakam, bir vali yardımcısı çıkmıyor. Van’da çadır kentlerde eksi 14 derecede çocuklar ölüyor.
Hiçbir şey bilmiyorsanız bile, prefabrik imalatçılarını toplayıp, ihtiyaç kadar evin siparişini o imalatçılara bölerek, toplanan paralarla ödemesini yapacak ve bir ay içinde binlerce prefabrik evi Van’a kuracak bir akıl çıkmıyor.
Nutuk atmaktan fırsat bulup merhamet etmeye, nutuk atmaktan fırsat bulup, onlarla aynı çileyi çekmeye, onların acısını, onların yokluklarını, onların dertlerini onlarla beraber yaşamaya cesaret edecek bir idealist çıkmıyor.
Başbakan, Van'a geliyor, "Açıkta kalanların misafirhanelere yerleştirilecek, depremzedelerin her şeyi isteyebilir ama kelle isteyemez" diyor
Başbakan, bir yandan "Sorumlulardan hesap soracağız" diyor, diğer yandan "Kelle vermem" diyor.
Yani, hiç bir bürokratımı feda etmem diyor.. Vicdânımız rahat diyor ve Van’da çadır kentlerde eksi 14 derecede çocuklar ölüyor.
Van bizimdir, Van’ın acısı da bizimdir. Bu büyük millet bu acıya sahip çıkıyor, kardeşlik elini uzatıyor ama devlet aklı Ortadoğu’da kolpacılık yapıyor, racon kesiyor. Gözünü Esad’a dikmiş, seni yiyecem diyor, çünkü büyük abi öyle istiyor.
Türkiye, “Arap baharı”nın sıcak meltemleriyle Ortadoğu’da efelik yaparken, bir ülkenin namusu sayılan sınırları yol geçen hanına dönmüş, sınırlarından yüzlerce terörist girip çıkıyor, bir ilçede aynı ânda eşzamanlı olarak güvenlik noktalarına saldırıyor, saldırı ve çatışmalar yedi saat sürüyor, ülkenin 24 evlâdı canını veriyor, şehid oluyor. Bir tek sorumludan hesap sorulmuyor. Bunların istihbaratını alamayanlardan hesap sorulmuyor. Dağlar taşlar bombalanıyor, başarılı sortiler yapılıyor boş vadilere, fakat terör durmuyor.
Ve Türkiye’nin havasından yanına varılmıyor.
Türkiye bir ringe çıkarılmış boşluğa yumruk attırılıyor, Türkiye yoruluyor.
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi