BEŞİKTAŞ – SİLİVRİ ARASINDAKİ YOL
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ tutuklandı…
Ve kıyâmet kopmadı.
Cılız beyânatlar düşüyor haberlere; “Olmasa iyi olurdu” veya “tutuksuz yargılanabilirdi” şeklinde…
Cılız beyânatların sahipleri bir zamanların Türkiye’sinin acar gazetecileri. Mangalda kül bırakmayan, üfledi mi tozu dumana katan, Başbakanlara “..venk” diye hakaret edilen/edilebilen bir Türkiye’nin gazetecileri onlar. “Olmasa iyi olurdu” derken bile düşük bir ses tonuyla konuşuyorlar. Cesâretleri yok daha gür bir sesle konuşmaya. Korkuyorlar.
Korkuyorlar, çünkü akıllarına darbe dönemlerinde kırdıkları yumurtalar geliyor, darbe dönemlerinde yaptıkları cazgırlıklar geliyor, darbe dönemlerinde milleti sokağa davet ettikleri günler ve yedikleri haltlar geliyor..
“Sıra bana da gelir mi” korkusu var.. Bir telefonla gazete manşetlerini değiştirdikleri, bir telefonla manşetlerini ve sütünlarını darbecilerin emrine verdikleri günleri çok iyi hatırlıyorlar.
“Ülke elden gidiyor” diye canhıraş feryatlarla, ağızlarından salyalar aka aka ekranlardan kinlerini kustukları, başbakanlara, bakanlara, bürokratlara, siyasilere hakaret ettikleri günleri hatırlıyorlar.
Sırtlarında kameralarıyla İstanbul sokaklarına saldıkları gazeteci çocukların başlattığı “sarıklı-cüppeli avı”nı en iyi onlar biliyorlar, o birkaç metre bez parçasıyla Türkiye’nin ortaçağ karanlığına döneceğini, İran olacağını, Cezayir olacağını, Malezya olacağını aylarca her Allah’ın günü ekranlardan söyleyerek ve sütunlarını bir lağım çukuru gibi kullanarak siyâseti ve milleti porovake ettikleri haber bültenlerini unutmadılar.
Milleti, ellerinde tencere tava sokaklara döküldükleri günlerin mimarları onlar.
Eline bir Atatürk portresi tutuşturdukları genç bir kızı Kızılay’da dolaştıran da onlar.
Aylarca “bu sabah tanklar yürüyecek” beklentisini oluşturan da onlar.
Orduya “daha ne kadar bekleyeceksiniz?” diyen de onlar.
Akreditasyon listelerini komutanlara veren, kendi meslektaşlarını komutanlara ihbar edenler de onlar.
Faili meçhul cinayetleri birkaç dakika içinde şeriatçılara(kimse onlar, nerede yaşar ve ne yer ne içerlerse, bir türlü belli olmayan, ortaya çıkmayan bir canlı türü olsa gerek) yükleyenler de onlar.
Şimdi susuyorlar, cılız seslerle konuşuyorlar, “Olmasa iyi olurdu” veya “tutuksuz yargılanabilirdi” diyebiliyorlar.
Bu kaosun tohumlarını atan ve besleyenler onlar.
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ tutuklandı…
Ve kıyâmet kopmadı.
Dâvânın özel mahkemelerde görülmesi tamamen siyâsî bir durum.
Hakkında ceza verilmemesine rağmen tutukluluk sürelerinin uzunluğu, sanıkların bir sene sonra ancak ifadesinin alınması gibi hukukî sorunlar var, evet…
Bunları görünce ister istemez aklıma 12 Eylül’ün hukuku geliyor.
Mahkeme kararı olmaksızın, avukat olmaksızın, aileleriyle görüştürülmeksizin, nerede olduğu bilinmeksizin tam doksan gün (90 gün) sorguda, yani “işkencede” tutulan binlerce, on binlerce genç, yani ’78 nesli geliyor aklıma, yani bizim neslimiz.
Şimdiki hukukî süreç bir darbe ortamında değil, demokrasi ortamında şekilleniyor, tek farkı bu ve bir de fizikî işkence yok.
Süreç benzer özellikler taşıyor.
Peki, 12 Eylül’ün işkencecileri neredeler?
12 Eylül’le hesaplaşmak yalnızca Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya ile hesaplaşmak mı?
12 Eylül sorgulardaki işkencecilerinin emir aldığı üst rütbeliler neredeler?
12 Eylül’den daha yakın ve herkesin hafızasındaki 28 Şubat’ın mimarları neredeler?
“Darbeye teşebbüs” mevzu bahis ise 28 Şubat’ın mimarlarından daha fazla ve kâmilen darbeye teşebbüs eden hatta light darbe yapan var mı bu ülkede?
“28 Şubat bin yıl sürecek” diyenler nerede?
“Demokrasiye balans ayarı yaptık” diyenler nerede?”
Çevik Bir nerede? Neden adından hiç söz edilmez? En büyük mağdurları mevcut iktidarın kadroları olan 28 Şubat üzerinde neden bir karanlık örtülüdür?
Onlara neden dokunulmuyor, neden onlar gündemden uzak tutuluyor ısrarla?
Hükümetin en büyük açmazı budur.
İlker Başbuğ’un tutuklanması/ tutuklanabilmesi Türkiye’de demokrasinin kat ettiği son nokta kabilinden bir mesâfe değildir.
Lakin, sabah erken kalkanın darbeye teşebbüs edeceği bir ülke olmaktan uzaklaşabilmektir yalnızca.
Darbeye teşebbüs edenlere ortam hazırlayan, ülkeyi manipüle eden, seçilmişlere psikolojik savaş açan, provokasyon tertip eden medya uzantılarının da “darbeye teşebbüs” suçundan hakim karşısına çıkmaları, mevcut tutuklamalara hukukî anlam kazandıracaktır. Yoksa dün darbecilere çanak tutanların bugün çoğunlukla mevcut iktidardan yana olmaları iktidar nezdinde hafifletici bir sebep teşkil ediyorsa mevcut tutuklamalar da hukukî olmaktan ziyâde siyâsî tutuklamalar olarak kalacak ve demokrasiye hizmet etmeyecektir.
“Koruma ve kollama” vazifesi yeniden tanımlanıyor. En azından meraklıları “Koruyup kollarken”(!) daha çok düşünecekler bundan sonra.
Beşiktaş-Silivri arasındaki yol, bütün marazlarıyla birlikte bu ülkenin demokrasi tarihinin yeniden yazıldığı bir yol oluyor.
Sonraki nesiller bu yolda olan bitenleri okuyacaklar ve darbe dönemleriyle demokrasi dönemleri arasındaki farkları görecekler ve bu dönemleri yargılayacaklar. Sonraki nesillerin yargılamasından sanırım kimse beraat edemeyecek…
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi