
İyinin ve iyiliğin kazanamadığı bir cenk alanı: Politika
Politika için “şeytanla anlaşma imzalamak” tanımını okuduğumda henüz çok gençtim, pek mübâlaalı bulmuştum tanımı, yazarı da zaten fikirlerini bazen “mübâlaalı ve cerbezeli bir uslûpla yazıyor” diye iten içe tenkit ediyordum o vakitler. Balyoz gibi kullanıyordu kelimeleri, acımadan vurdukça vuruyor, muhatabına adetâ sinek muamelesi yapıyordu. “Yüz yıl yaşasalar karşımda dinleyici olmaya mahkûmlar” dediği isimler, kendisinin zamanında da kendisinden sonra da kerli ferli adamlardı.
“Neden bir tek şâkirdi(talebesi) yok?” diye soruyordu önemli bir isim için, ya da “Batı entelijansiyasının sofra artıklarıyla yetiniyor” diyordu bir diğer büyük isim için veya “lâkırdılar yığını” diyordu elden ele dolaşan başka bir kitap için...
Sarsıcıydı… Saydığı isimler bunlarla sınırlı değildi, geniş bir listeydi ve gençlik zamanları hazmedilecek tenkitler değildi. Bu sebeple “Politika şeytanla anlaşma imzalamaktır” tespitini okuduğumda,“Neden öyle olsun ki!” diye düşünmüştüm.
Evet.. Neden öyle olsundu ki?!
Nihâyetinde demokrasinin vazgeçilmez bir unsuruydı siyâsî partiler ve varlık sebepleri ülkenin hizmeti değil miydi?
Hepsinin hedefi(en azından teorik olarak) iktidara gelmek ve plan proğramlarını uygulamaya geçirmekti, vâr olduklarına göre bu planlarına/proğramlarına ve dahi kadrolarına da güveniyorlardı.
Bunun “Neresi şeytanla anlaşma imzalamaktı?”.
Gençlik, var gücüyle, enerjisiyle, zekâsıyla, kabiliyetleriyle, yorulmak bilmeyen gayretiyle ve belki hepsinden önemlisi de “idealizmiyle” bu iktidar değirmenine su taşımakla mükellefti, gençliğe bu mükellefiyet hissi ve gayreti yüklenirdi, kendisini öyle hissederdi.
Yukarıdaki rüzgârların ne kadar sert, ne kadar kahpe ve ne kadar acımasız estiğinden habersiz olarak durmaksızın çalışır, üretir, yukarının hizmetine sunardı, surda gedik açıp açamadığına bakmaksızın…
Yukarıdakiler onların gözünde hepsi “dâvâ adamı”ydı. Yanlarına yaklaşamadıkları o “dâvâ adam”ları, uzaktan dev gibi görünürlerdi onlara.
Ateşten gömleği giyen gençler ne çalışmaktan korkarlardı, ne ölümden, ne pusudan, ne açlıktan, ne uykusuzluktan… Uykusuz kalırlar, çalışırlar, pusulara düşerler ve ölürlerdi.
Bedel ödemeye gelince en büyük bedeli de en sessiz şekilde öderlerdi. Dayaksa dayak, işkenceyse işkence, sehpaysa sehpa, idamsa idam… Bu yüzden cezâevi koğuşlarında bir küçük paket reçel için tartışan “dâvâ adam”larını görünce çok şaşırdılar, onların bâzılarını ilk kez bu kadar yakından görüyorlardı çünkü. Zaman geçip, olağanüstü dönemler atlatıldığında ve siyâsete girdiklerinde ise o “dâvâ adam”larını karakter röntgenlerini çekecek kadar yakından gördüler.
Siyâset, yani politika başka bir şeydi, hem de bambaşka…
Şeytanın ta kendisiydi bu politika denen şey. Ne arkadaşlık bırakıyordu ortada, ne dâvâ, ne de ideal!..
Politikanın merdivenleri, bir taraftan tırmanan ve diğer taraftan hızla aşağıya atılan insanlarla doluydu ve tırmananların çoğunu, aşağıya atılanların ise hemen hepsini tanıyorlardı. Tırmananlar arasında ilk kez gördükleri, elini bırakın taşı altına koymak cebinden çıkarmayanlardı çoğu. Aşağıya atılanlar ise hep arkadaşlarıydı. Tek tük tırmanabilen arkadaşlarının hâli ise aşağıya atılanlardan daha kötüydü, insanlıklarından çıkıyorlardı tırmandıkça.
Politika denen yolun zemini çok kaygandı, ayakta durabilmek için âdeta bir balerin ya da dansöz kadar kıvrak olmanız gerekiyordu. Yüzü kavruk çocukların bu denli kıvrak olmaları ve bir balerin ya da dansöz gibi kıvırmaları ise mümkün değildi, kıvırabilenlerin hâli de içler acısıydı zaten ve çok komik görünüyorlardı başlarda, bâzılarının ise içlerindeki balerin ve dansözler dışa vurmuştu, hayretler içinde izliyorlardı “bu ne kaabiliyet, bu nasıl bir kıvırma!” şaşkınlığıyla, acaba daha önceden bu kabiliyetleri nasıl olmuş da fark edememişlerdi..
Politikanın gıdâsı hırs ve ihtirastı. Kadîm hükmetme gelenekleri hırs ve ihtiras ile birleşince ortaya neredeyse bir canavar çıkıyordu; kendi evlâtlarını yiyen, kendi arkadaşlarını yiyen doymaz bir iştihâ çıkıyordu ortaya, liderler ise “Ortaçağ’ın Gargantua”sı gibiydiler.
Hayatını inandıklarına hizmetle tüketmiş ve böyle de tüketmek isteyenlerin bununla baş etmesi imkânsızdı, buna uygun donanımları yoktu zaten…
Kadîm hükmetme gelenekleriyle hırs ve ihtiras bileşiminden ortaya çıkan karakter, kendisinden olmayana tahammül edemiyor, yapının içinde barındırmıyor sürekli dışarıya atıyordu. Bu canlı türü için en ideal karakter, türlü türlü zaaflı olan, yalamayı iyi bilen, itiraz etmeyen, kabültü heptü diyen, liderin ve yönetici takımının def-i hacetinde boncuk, yediği haltlarda hikmet arayan, hatta aramayan, hemen buluveren bir karakterdi. Bu karakter, ya hazır ellerine geliyor ya da içinde bu potansiyeli taşıyanlar hemen tespit ediliyor ve devşiriliyordu, bu hususta sıkıntı çektikleri söylenemezdi.
Her şeye rağmen “iyiliği emretmek ve kötülükten sakındrımak” adına politikanın içinde kalarak mücadele edenler de vardı. Onların sıfatları ise en iyi tabirle muhalif oluyordu. Muhalif, birilerinin/ dış mihrakların adamı, provokatörler, birilerinin oyunlarına gelenler ve nihayetinde hain oluveriyorlardı. Hainlerin yeri de zaten malûm, evin dışarısıydı. Evin dışına atılıyorlardı, çünkü dönen çarkı kuranlar ve işletenler aynı tornadan çıkmışcasına ve tek yumurta ikizi gibi birbirleriyle aynîleşiyorlardı zamanla.
Lider ve ona benzeyen yönetici takımı.
Benzemeyen/benzeyemeyenler ise:
“Çirkin ördek yavruları”.
Lider ve ona benzeyen/benzetilen yönetici takımı ile gassalın elindeki meyyit gibi tâbi olan müridân ve şeyh arasında bir fark yok aslında, sorgusuz sualsiz bir teslimiyet ve bu teslimiyetin oluşturduğu kast, çarkın işleyişini belirliyor her iki yapıda da. Maraza çıkaranlar, yani itiraz edenler, soru soranlar, hayır diyebilenler, neden evet dediniz diyenler, madalyonun bir yüzü daha olduğunu hatırlatanlar hep o çark tarafından evin dışına atılıyor.
Lider “Bu ev benim” diyor. Ve ardından alkışlarla “eveeet, bu ev siziiin” diye bağırıyor yönetici kalabalık. Aslında kendisi o ânda o evin içinde olduğu için bağırıyor “evet o ev sizin” diye, kendisinin yönetici olarak geçici ve tek kullanımlık olduğunu anlayana kadar…
Bu durumda “al evini başına çal” ya da “hayır o ev hepimizin, o evde binlerce insanın emeği, teri, istikbâli ve kanı var, o ev senin değil” demekten ve patinaj yapmaktan başka alternatif kalmıyor.
İyinin ve iyiliğin kazanamadığı bir cenk alanı: Politika.
İstisnâsı yok..
İyileri ya kendi içinde kötüleştiriyor ya da evin dışına atıyor “çirkin ördek yavrusu” olarak.
Kötüler” ve “kötüleşenler” de “iyi taklidi” yapıyorlar, tıpkı bir kümes hayvanının uçma taklidi yaptığı gibi. Haksızlıklar karşısında dillerini yutanlar, haksızlıklara karşı konuşanlara kullanıyorlar dillerini, “aman etmeyin, zamanı değil, her şeyin bir zamanı var, başkalarının ekmeğine yağ sürüyorsunuz, düşmanı sevindiriyorsunuz, bunun yolu bu değil, gelin içeride konuşun(sanki içeride konuşturuluyormuş gibi), kol kırılır yen içinde, geleneklerimize aykırı” diyorlar.
Gelenek gelenek diyerek dillerine vird ettikleri şey de; ne idüğü belirsiz bir oyun hamuru gibi, herkesin zihninde başka şekil alıyor, aynı bir yarı totem, bir ilkel tanrı objesi gibi kutsal ama ahlâksızlıkla ve ahlâksızlarla zedelenmeyen gelenekler, muhalefetle, itirazla, tenkitle ânında zedelenip paramparça olabiliyor. Ahlâksızlık ve ahlâksızların zedelemesinden endişe duyulmayan gelenekler, muhalefetin ya da en ufak bir itirazın, eleştirinin karşısında naylon ama acar muhafızlar buluyor.
Gelenek gelenek diye dillere pelesenk edilen kavramın hangi değerler skalası üzerinden yükseldiğine, tarih içinde oluşturduğu referanslara ve birikimine bakan yok. Bu değerlerin hâk ile yeksân edilmesine aldıran yok. Bu değerlerin yok sayılmasından endişe eden yok. Bu değerlerin mizah malzemesi haline getirilmesine aldıran yok. Gelenek diye konuştukları ve yazdıklarının muhtevâsı ise ancak “mükellefiyetler bahsi”nde değerlendirilebilecek kadar ucuz ve pespâye…
Fakat, zülf-ü yâreve kadîm hükmetme geleneklerine dokunulduğunda, gelenek üzerine kaşı gözü yarık da olsa üç beş kelime edemeyecek olanlar feverân ediyor yalnızca: “aman geleneklerimiz zevâl görmesin”.
Sevsinler sizin geleneklerinizi…
Kendi ticârî işlerinde, ailelerinde, hususî çevrelerinde asla müsaade ve tahammül etmeyecekleri haksızlıklar karşısında susmayanlar, susmayacak olanlar, konu politika oldu mu, taşıdıkları/taşımak istedikleri üç kuruşluk sıfatlar sıfat için “kör-sağır-dilsiz” oluyorlar, “üç maymun”u oynuyorlar.
Bize de kadîm hükmetme geleneklerinin tiranlarını ve onların kör-sağır-dilsiz maymunlarını izlemek kalıyor….
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi