Ülkücü Hareketin 12 Eylül’le bitmeyen imtihanı…
Türkiye’nin darbelerle imtihanının önemli ve dramatik bir cüzüdür aslında Ülkücü Hareketin 12 Eylül’le bitmeyen imtihanı…
Milleti ve vatanı korumakla vazifeli Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, “madem canını ve toprağını ben koruyorum, o halde aslında ülkeyi de ben yönetmeliyim” diyerek devirdikleri hoşaf kazanlarının hikâyesi bu biraz da..
“27 Mayıs’a sahanda yumurta yerken karar verdik” diyecek kadar pervâsız birkaç komutanın haleflerinin ve seleflerinin hikâyesi...
Sorguda jop sokularak işkence yapılan kızlarla alâkalı olarak, “elimizde aslan gibi delikanlılar var, neden jop kullanalım!” diyen bir ahlâksız paşanın da hikâyesi…
“Asmayalım da besleyelim mi?”diyen bir generalin hikâyesi…
“Şartların olgunlaşmasını bekledik…” diyerek aslında bekledikleri zaman içinde binlerce vatan evlâdının ölümünü beklediğini itiraf edecek kadar vicdansız bir başka generalin hikâyesi…
Pek de başarılı olmayan Kıbrıs Çıkarması haricinde savaş görmemiş, PKK ile terörde başarı sağlayamamış ve on binlerce Mehmetçiğin buğday başağı gibi biçilmesinin önüne geçememiş bir ordunun içindeki muhteris subayların bitmek tükenmek bilmeyen yönetme ihtirasının hikâyesi…
Kendilerini yasamanın, yürütmenin, yargının ve milletin üzerinde gören, milletten soyutlanmış lüks hayatlarını devam ettirmek isteyen, istedikleri her ân istedikleri işe karışmayı kendilerinde hak gören, istedikleri zaman düdüğü çalarak demokrasiye son veren, balans ayarları yapan, her türlü provokasyona imza atıp sosyal çatışmalardan güç devşiren birkaç muhteris subayın ve yapının güçlerini sonsuza kadar devam ettirmek istemesinin hikâyesi bu…
Türk demokrasisinin üzerindeki, parası millet tarafından ödenen silahın gölgesinin hikâyesi bu.
Ve bu kanlı, dramaik, trajik hikâyenin en önemli bölümlerinden birisi de ’78 neslini tanklar altında ezen, işkencelerde öldüren, cezaevlerinde çürüten 12 Eylül 1980 Darbesi…
4 Nisan 2012, bugün Ankara’da başlayan duruşma 12 Eylül Darbesinin yargılandığı gün…
Bahse konu yargılamanın hukukî bir neticesi çıkar veya çıkmaz, fakat darbenin iki önemi ismi Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın “sanık sandalyesine” oturmaları, hâkim salona girdiğinde “ayağa kalkmak zorunda kalmaları”, salonu dolduran müdâhillerle “yüz yüze gelmeleri”, Selçuk Durack ve Halil Esendağ’ın aileleri ve 12 Eylül Darbesinde bizzat işkence görmüş insanlarla “sanık sandalyesi”nde “yüz yüze gelmeleri” 1980 sonrasının en önemli siyâsî neticesidir…
Bütün cadde ve sokaklardan, bütün kışlalardan, darbelere karışmış, başta Kenan Evren ve şürekâsı olmak üzere bütün rütbelilerin “isimlerinin kazınacak olması” 1980 sonrasının en önemli siyâsî neticelerindendir.
Darbecileri ve dolayısıyla onların bürokrasisini korumaya alan ve 1983 sonrasında hiçbir siyâsî iktidarın dokunmaya cesaret edemediği geçici 15. Madde’nin kalkması yine 1980 sonrasının en önemli siyâsî neticelerindendir.
Bu yargılamada Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’ya verilecek ama yaş haddinden uygulanmayacak olan “müebbed hapis cezası” 1980 sonrasının en önemli siyâsî neticelerinden olacaktır.
12 Eylül Darbesi’nde bizzat işkenceci olarak görev yapmış asker ve polislerin haklarında açılacak olan dâvâlar, 12 Eylül Darbesi’nde bizzat görev alan ve yüzlerce işkence vakasına “işkence yoktur” raporu veren ahlâksız doktorlar hakkında açılacak olan muhtemel yargılamalar da yine 1980 sonrasının en önemli siyâsî neticelerinden olacaktır.
Bu süreci başlatan mevcut iktidara olan muhalefet ve hatta düşmanlık bu gerçeği değiştirmeyecektir. Şimdiye kadar AKP’ye bir tek oy bile vermeyen ve bundan sonra da AKP’ye oy vermeyecek olan bu satırların yazarı için bu mesele bir vicdan ve ahlâk meselesidir, Ülkücü geçmişime ve geleceğime bir saygı meselesidir.
4 Nisan 2012, bugün Ankara’da başlayan duruşma 12 Eylül Darbesinin yargılandığı gün…
Ankara adliyesinin önündeki tablo Ülkücü Hareket açısından bir sefâlet tablosudur, bir rezâlet tablosudur, bir utanç tablosudur, Ülkücü Hareketin 12 Eylül’le bitmeyen imtihanının bir zillet neticesidir.
Her türlü sol örgüt fraksiyonunun yer aldığı, darbenin mağduru olmuş sol örgüt üyelerinin büyük resimlerinin bulunduğu ve binlerce insanın şâhitlik ettiği o günde, 12 Eylül’ün her türlü zulmüne mâruz kalmış Ülkücü Hareketin organize değil, gönüllü birkaç kişiyle orada ancak bulunabilmesi utanılacak bir tablodur.
Ülkü Ocakları’nın kuruluşundan bu yana bütün başkanlarının ve yöneticilerinin orada olmasını organize etmeyen, oraya binlerce Ülkücüyü getiremeyen Ülkücü Hareket bir kez daha darbeyle imtihanında boynu yere eğilmiştir.
Zevâhiri kurtarmak ve insan içine çıkabilmek maksadıyla verilmiş bir “müdâhillik dilekçesi”nin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.
Ankara Adliyesi’nin önünde olması gereken o göstermelik dilekçe paçavrası değil, Ülkücü Hareket’in kendisi olmalıydı. Şikâyetçi olunan MHP’nin kapanması ve mal varlıklarının elinden alınması değil, arkadaşlarımızın akan kanları ve uğradığımız zulüm olmalıydı.
Ama yok.. Olmadı..
Ülkücülerin kurumsal anlamda 12 Eylül Darbesi ve o zihniyet ile ciddi bir problemi yok. O zihniyete ve dolayısıyla işkencecisine aşık bir devlet telâkkisiyle ortaya çıkacak olan, çıkan manzara budur ve bu manzara utanılacak bir manzaradır, zillettir...
4 Nisan 2012 yani bugün ile ilgili samimi gayretlerini yakından bildiğim Ramazan Akgün ve Osman Başer ve orada gönüllü olarak bulunan arkadaşlarımız bile bütün samimi gayretlerine rağmen bu gerçeği değiştiremeyeceklerdir.
Bir kez daha yazalım, Ülkücü Hareketin raconu bitmiştir, geriye ise bir neslin hatıraları ve her türlü idealden soyutlanmış “siyâsî teşekkülün” tepesindeki gemlenemez ihtiras ve ihtiras mücâdelesi kalmıştır…
Yazık olmuştur…
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi