![](include/class/timmy/timthumb.php?src=files/writers/profil_111.jpg&w=64&h=63&zc=2)
Celâl Şengör kadar olamamak…
“Anlattığınız muhatabınızın anladığı kadardır” sözü, “yazdıklarınız da okuyanın anladığı kadardır” tespitine de cevaz veriyor.
“Fotograftaki kadını tanıdınız mı?” yazımız, kâhir ekseriyetle okuyucunun akl-ı selîmine hitap etmesine ve ülkücü idrak ve akl-ı selîmde mâkes bulmasına rağmen yazı, partiyi ve politik hesap ve endişeleri hayatına “hacer’ül esved taşı” gibi yerleştiren veya mevcut iktidara olan düşmanlıklarının tesiriyle yazının anlamına dair hiçbir tecessüs taşımayan ve anlama gayreti göstermeyen ve bâzı cümlelerden veya isimlerden hareketle ikinci sınıf bir cehâletle “ülkücü hareket engellenemez” sloganları atarak meselenin aslını ve hakikatini görmeyen/görmezden gelen, idrak melekeleri felç olmuş bir kitlenin de muhatabı oldu…
O satırların yazarı olarak bendeniz, bahse konu yazıda, Ankara Adliyesi’nin önünde 12 Eylül Darbesi’nin yargılandığı ilk duruşma gününde “Ahmet, Mehmet, Ali, Veli, Hasan, Hüseyin orada yoklardı, neden yoklardı?” gibi bir soru sormadım veya orada bulunan arkadaşlarımızın isimleri üzerinden bir tezâhürat yapmadım, buna dair bir imâda da bulunmadım. Yazının konusu orada münferiden ve gönüllü olarak bulunan arkadaşlarımız değildi…
Yazının konusu, 70’li yıllarda sıcak mücâdelenin içinde bulunan ve binlerce ferdini toprağa veren Ülkücü Hareket ve Ülkücülerin, 12 Eylül 1980 darbesi ile birlikte nasıl bir zulme ve nasıl insanlık dışı işkencelere mâruz kaldığının, dokuz arkadaşımızın idam sehpâsında can verdiğinin, hukuksuz yargılamalarla Ülkücülerin yıllarının, istikballerinin elinden alındığının, aileleriyle birlikte on binlerce insanın mağduriyetinin ve belki bununla birlikte Türk Demokrasisi üzerinde sallanan parası millet tarafından ödenen darbe silahına ve darbelere bir reddiye ile birlikte 4 Nisan 2012 tarihinde 12 Eylül’ün yargılanacağı ilk duruşma gününde büyük çaplı kolektif bir organizasyon ile deklare edilmemesinin garâbeti, sorumsuzluğu, ilgisizliğiydi.
Yoksa, münferiden ve gönüllü olarak o gün orada bulunan Ali Aksakal, Necmi Rıza Dinç, Hamza Özkızılcık, Ali Odabaş, Selçuk Özdağ, Servet Avcı, Mahir Damatlar, Aziz Bal, Yusuf Z. Arpacık, Harun Öztürk, Yaşar Yıldırım, Osman Başer ve diğer arkadaşlarımızın orada müdâhil veya izleyici olarak orada bulunmalarını yok sayma yazısı değildi şüphesiz. Lâkin münferiden ve gönüllü olarak orada bulunmalarının anlamı Ülkücü Hareket’in 12 Eylül Darbesi’ne bir kitlesel karşı duruş eylemi değildi.
O gün orada Yaşar Yıldırım hâricinde 1980 öncesinde görev yapmış bir tek Ülkü Ocakları Genel Başkanı yoktu. Ülkü Ocaklarının Ankara İl Başkanı yoktu. Ülkü Ocakları’nın üst düzey yöneticileri yoktu…
Kimdi bunlar?
Hüseyin Kurumahmutoğlu’nun, Bekir Bağ’ın öldürülüşüne şâhit olanlar, idamlara şâhit olanlar, C-5’lerdeki işkenceler mâruz kalanlar ve şâhit olanlar, Mamak’ta ve diğer cezâevlerinde uzun yıllar süren işkencelere şâhit olanlardı…
Muharrem Şemsek, Sami Bal, S.Şevkat Çetin, Hasan Çağlayan, Lüfü Şehsuvaroğlu, Erol Dok, Aslan Atlı ve daha pek çok isim.. İllerin o döneme ait Ocak Başkanları.. Yani hepimiz, yani bizler…
Kimdi bunlar?
Ciddi bir organizasyon ile, 4 Nisan 2012 tarihinden birkaç gün evvel müştereken bir basın toplantısı düzenleyerek, Ülkücü Hareket’in 12 Eylül Darbesi’ne karşı reddiyesini deklâre etmesi gereken ve o gün orada binlerce Ülkücüyü bir araya getirmesi gerekenlerdi …
Kimdi Bunlar?
12 Eylül’ün akabinde “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Dâvâsı”nın savunmasını üstlenen avukatlar grubuydu…
Kimdi bunlar?
Dâvânın başlığında ismi geçen MHP’nin yöneticileriydi..
Kimdi bunlar?
MHP’nin şimdiki yöneticileriydi…
Yapılması gereken buydu...
Fotograftaki kadının yalnızlığının anlamı buydu..
“Mahkeme salonuna polis koruması altında girmek zorunda kalmak Ülkücü Hareket’e yakıştı…” diyenler, böyle düşünenler için söyleyecek lâfım yoktur…
“Biz o günleri unuttuk” diyenlere de söylenecek bir şey yoktur..
“Bizim ne öfkemiz ne de hesabımız kaldı” diyecek olanlara da denecek bir şey yoktur..
Güncel politik endişe ve hesaplarla o gün orada bulunulmaması gerektiğini düşünen ve bunu uygulayanlara da denecek bir şey yoktur..
İşte bu ahvâlde bütün bu yoklar arasına Ülkücü irâdeyi, Ülkücü hâfızayı, darbeye yönelik Ülkücü öfkeyi yok saymak anlam kazanır ve o fotograftaki kadının yalnızlığı anlam kazanır.
Tabii ki ideolojik hareketler bir hakemin düdüğünü çaldığında bitecek müsabakalar değildir, birinin yazmasıyla da bitmez ki yazılandan murad ta bu değildir.. Fakat olması ve yapılması gerekenler yapılmadığında tükenirsiniz, yok sayılırsınız, darbe payandası, darbe işbirlikçisi olarak yaftalanırsınız siz ve mâziniz…
Kimler tarafından?
Bizzat darbeleri kışkırtan, darbelere zemin hazırlayan, yakalandıklarında Çanakkale’de estetik ameliyatlarla yüzlerini değiştirerek yurt dışına çıkarılan ve devlete çalıştığı belgelenen Sol örgütlerin o gün orada bulunan “arkadaşlarımızın katilleri” tarafından…
“Amaaan olan olmuş, biten bitmiş” diyorsanız eğer, eh bu da bir tercihtir.
Kötü bir tercih…
Celâl Şengör kadar olamamaktır.
Puantiyeli papyonlarıyla ekranlarda görmeye alışık olduğunuz evrimci ve yerbilimci Profesör Celal Şengör kadar…
“Ben de 12 Eylül davasına katkıda bulunmak istiyorum ama Sayın Kenan Evren ve Sayın Tahsin Şahinkaya lehine şahitlik yapmak için!” diyerek ayıplı bir durum olan darbecilere desteğini açıkça ilan edebilen Celâl Şengör kadar olamamaktır.
Bu da bir tercihtir nihâyetinde…
Kötü bir tercih…
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi