

Elektronik posta kutuma Ömer Muhtar ismiyle “Geç Kalmış Bir Mektup” başlığıyla bir mektup geldi.. Belli ki Ömer Muhtar müstear bir isimdi. Müstear ama içerden bir isim…
“Fotograftaki Kadını Tanıdınız mı?” başlıklı yazımın ülkücü vicdânında tedâi ettirdiklerine dâir bir mektup bu. Yazının tam olarak isâbet ettiği bir ülkücü vicdânın sesi aslında… Ülkücü bir akl-ı selimin sesi…
Ömer Muhtar’ın bu mektubunu 40ambar okuyucularıyla paylaşmak istedim..
(A.İslâmoğulları)
Geç kalmış bir mektup…
O teyzeyi tanıdım…
Evet Adnan Kardeş, resimdeki o teyzeyi tanıdım. Benim annem olur!..
Henüz elli yasında iken, bir akşam vakti evimizde beyin kanamasından vefat eden annemdi o teyze! Halil de kardeşim olur!
Halil idam yolculuğuna hazırlanırken, annem de “Oğlum hapishanede olsaydı nerede olduğunu bilirdim. Oysa öldürüp bir yerlere atacaklar diye korkuyorum.” diye diye beynini kanatarak öldü…
O teyzeyi Ankara Adliyesi’nin önünde yalnız bıraktık. Halt ettik! Suçluyuz. Ama daha büyük bir kabahat işlenip durmaktadır camiamızda uzun zamandır.
Halilleri idama götüren süreci, “kullanIlmak” diye izah etmeye çalışmaktır bu suç. Ve bu yüzden Adnan Kardeş, adliyenin önünde yalnız kalan, o annemiz değildi sadece. Dâvâmızdı asıl yalnız kalan!
İnsan, gerçek bir dâvâsı olmazsa ona kalan “dâvâcı olmak” sıfatıdır sadece!.. Ve takdir edersin ki aslolan, dâvâ sahibi olmaktır, dâvâcı değil!..
Ülkücü, yani ülküsü olan insan olmaktan uzaklaştığımız günden beri, o teyzeyi de annelerimizi de milletimiz de kaderlerine terk ettiğimiz âşikârdır. Toplumu değil, kurduyla, kuzuyla, ırmağıyla, toprağıyla, vatanımızı değil, kendimizi önemsediğimizden beri o teyzeler yalnızdılar!
Adliyenin önünü on binlerle doldursak kaç yazardı; birbirimizin küçücük gönüllerini boşladıktan sonra!..
“İdealizm öldü yaşasın hayat!” diyenler, adliyenin önüne Eminönü’ne gidercesine giderlerdi ancak!
Geçmişimizin ve mücâdelemizin adını “âlet olmak” koydular. Peki Adnan kardeşim biz, gidişâtımızın adını ne koyalım?
“Zamana uymak” mi desek? Oysa ülkücülük, şairin dediği gibi, “uygunlar içerisinde uygunsuz biri olmak” değil miydi? Oysa ülkücülük, güçlüler karşısında zayıfın, haksızlık karşısında haklının yanında olmak değil miydi? Ülkücülük, toplumun menfaati ile şahsî çıkarımız çatıştığında, toplumdan yana olmak değil miydi? Milliyetçi toplumcuyduk önceden. Simdi sadece milliyetçiliğimiz kaldı ve yüce dinimizi giyinmiş cüce insanlar!..
İslâmoğulları Kardes, sikâyet yeter!
İnanıyorum ki, en yavşamışından en sıkı durmaya çalışanına kadar, ülkücülüğü “ülküsü olan insan” diyerek anlamışlar, bir kıvılcım bekliyor. Volkan patlaması kadar güçlü, mum ışığı kadar romantik, seher aydınlanması kadar dirilten bir kıvılcım…
Nerede, nasıl, kimin ya da kimlerin öncülüğünde henüz meçhul bir kıvılcım… Bir nebze dahi ülkücülüğü anlamış ve bulaşmış olanlar, süresiz boş vermişlik halinde duramazlar. Eğer ülkücülük her şeyden önce bir duruş ve hayata tavır alışsa kimse bu mertebeden kolay vazgeçemez!
Vazgeçilmediğini de görüyoruz zaten. Ülkücü olmak yayılmaya çalışılan kanaatin aksine, bu ülkede halen en geçerli akçedir! Markalar arasında açık ara birincidir!
Yoksa bıyığını küçültüp ütüleyerek kamusal mescitlerde göze batacak saf arayanların geçici iktidar sarhoşluğu da bir gün nihayet bulacaktır. İktidar ülkücünün ayakları altında olmalıdır! Başının üstünde değil…
Adnan İslâmoğulları ülküdaşım, “ülkücülük kendisi için bir sey isteyenlerin nâmert olduğu bir oluştur” degil mi? Değilse ne?
İhtirası aklından ve vicdanından fazla olanlar her şey olabilir ama ülkücü değil. Ve “Allah size adaleti…” diye başlayan, her cuma namazı hutbesinden inmeden önce hocanın okuduğu ayeti hatırlatır.
O gün Ankara Adliyesi’nin önünde, o teyzenin yanında olanların gözlerinden ve dahi ellerinden, o teyzenin teyzelerimizin, annelerimizin de ayaklarının altından öperim!..
Bu yazının ayakları fazla havada görünebilir, farkındayım! Ama ayakları yerden kesilmeden ülkücü olunamayacağının farkında olmayanları düşündükçe…
Gerçekten ülkücü olmaya çalışanlara selâm olsun.
Saygılarımla arz ederim…
Ömer Muhtar
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi