
Devlet Bahçeli ile son kez!..
Böyle olmamalıydı... 15 yıllık bir genel başkanlık, “sizi kendime çok yakîn hissettim, size amca diyebilir miyim” dozunda arabesk bir Küçük Emrah bestesi kıvâmında ‘son kez aday olacak’ metaforuna bağlanarak mevcut durumun devamının sağlanması yoluna gidilmemeliydi.
Daha mertçe bir rekâbet, daha dürüstçe bir yarış, daha ilkeli bir mücâdele verilmeliydi.
15 yıl boyunca yapılan hizmetler anlatılmaydı. Üye sayısının 100 binden, 5 milyona çıkarıldığı söylenmeliydi meselâ, kesinkes çok etkili olurdu. Teşkilâtın bulunmadığı bir tek ilin, ilçenin, bir tek köyün kalmadığı, hatta her mahallede sorumluların bulunduğu, sokak sokak teşkilâtlanıldığı gösterilmeliydi câmiaya, delegasyona, kamuoyuna.
Devlet Bey’in Türkiye’nin gündemini defalarca belirlediği ve ülkenin gazetelerinin, televizyonlarının bu gündemi günlerce konuştuğu hatırlatılmalıydı. Bir yıl içinde en az on genişletilmiş istişare toplantısı yapıldığı, parti teşkilâtlarının, tabanın, câmianın fikirlerinin alındığı, bu toplantılarda teşkilât mensuplarına kürsülerin verildiği ve yetkililerce dikkatle dinlendiği ve tabanın görüşlerinin parti politikalarını belirlemedeki etkileri anlatılmalıydı.
Yüzde 18 oy oranının yüzde 25’e ve ardından yüzde 30’lara yükseldiğinin istatistikleri açıklanmalıydı.
Ülkücü Hareketin ve Ülkücülerin onurunun her şeyden önemli
olduğu ve bu onurun hiç zedelenmediği beyân edilmeliydi, herkesin Ülkücüler hakkında konuşurken dikkatle konuştuğu anlatılmalı ve hareketin saygınlığı hiç haleldâr edilmedi denilmeliydi.
Bu 15 yıl içinde başımızı öne eğdirecek hiçbir hadise vûkûbulmamıştır denilmeliydi ya da başımızı öne eğdirenlerin partiyle, teşkilâtlarla ilişiğinin ‘gerçekten’ kesildiği ifade edilmeliydi.
15 yıllık sürecin neticesinde geniş halk kitlelerinde Bahçeli’nin Türkiye’nin gelecek umudu olduğu ve halkın seçeceği bir cumhurbaşkanlığı seçiminde en kuvvetli aday olarak anketlerde birinci sırada çıktığının verileri sunulmalıydı câmiaya, teşkilâtlara, delegasyona, kamuoyuna.
Gençlik teşkilâtları yurdun dört bir tarafında faal hale getirildi, ocaklar milyonlarca gencin umudu, ilim irfan yuvası, millî tepkilerin ve hassasiyetlerin kalbi, sosyal faaliyetlerin câzibe merkezi oldu denmeliydi. Esrarlı rakamlar yerine muhtevayla, aktif siyâset ile imtihan verildiği anlatılmalıydı.
Haftanın yalnızca Salı günlerinden ibâret olmadığı, her günün yorulmak bilmeyen bir mesai olduğu söylenmeliydi.
Düşünce kuruluşlarının kurulduğu ve bu kuruluşlarda pek çok sayıda düşünen insanın, akademisyenin Türkiye projeksiyonları, alternatif politikalar hazırladığı, partinin bu düşünce kuruluşlarından beslendiği, buralarda yüzlerce gencimizin yetiştiği anlatılmalıydı.
Ziyaret edilmedik, gönlü ve duası alınmadık bir tek Ülkücü şehit ailesinin bırakılmadığı anlatılmalıydı.
Kongreye yalnızca birkaç gün kala, Türkiye’nin önünde çok karanlık günlerin olduğunu ve ‘son kez’ metaforuyla mevcut durumun devamının ‘elzem olduğu’ ve ‘önümüzdeki kış komünizm gelecek’ gibi bir soğuk savaş dönemi taktiğine tenezzül edilmemeliydi. Türkiye’nin yalnızca önünde değil ardında bıraktığı son yıllarda da çok karanlık günler olduğu âşikâr iken, Türkiye Cumhuriyeti üzerinde başlatılan ‘restorasyon projesi’adı altında bir bölünme tehlikesi olduğu âşikâr iken, bu tehlikeyi kongre öncesi ‘âniden keşfetmek’ gibi bir ‘şark kurnazlığı’na gidilmemeliydi.
Muvazaalı adaylarla çadır tiyatroları kurulmamalıydı, muvazaalı adaylar Ülkücülerin başını öne eğdiren, mahçup eden, ahlâkî zırhlarını tartışılır kılan ve ‘sözde istifa ettirilen’kurmaylarla ve ‘tepeden inme kongre şefleri’yle toplantılar yapmamalıydı.
Daha mertçe bir rekâbet, daha dürüstçe bir yarış, daha ilkeli bir mücâdele verilmeliydi, ülkücü bir duruş sergilenmeliydi. Bir koltuk, bir makam bu kadar vazgeçilmez olmamalıydı. 10 yıllık bâriz başarısızlık, bâriz atâlet, bâriz pasiflik ve bâriz ‘kurmay kadro iflâsı’ bu kadar sahiplenilmemeliydi ve bu 10 yıllık başarısızlığın, atâletin, pasifliğin ve ‘kurmay kadro iflâsı’nın devamı için böylesine zavallı bir mücâdele verilmemeliydi.
Aslında adam gibi çekilmeyi bilmek ve gitmek gerekirdi. Belki o zaman her şeye rağmen hâfızalarda mevcut durumdan daha saygın bir yerde kalınabilirdi.
Belki o zaman 15 yıllık ‘bilgelik masalı’ devam ettirilebilirdi. Üzerine giydirilen ‘uzlaşmacı’ kimlik belki bu konuda bir uzlaşmayı gerektiriyordu ve ilk kez uzlaşmacı kimlik bir anlam kazanacaktı.
Olmadı...
Keşke bütün bunlar anlatılabilseydi câmiaya ve delegasyona da, hiç aday çıkmasaydı Devlet Bey’in karşısına ve şenlik içinde ‘tek adaylı’ bir kongre olsaydı. Biz de o zaman gelecek tasavvurları yazsaydık, bu kongre Bahçeli ile bir kez daha Türkiye’nin geleceğinde bir tarihî dönüm noktasıdır, tek başına bir iktidarın başlama vuruşudur, ilk adımıdır diyebilseydik. Ama böyle olamadı..
Çünkü geride bıraktığımız dönemler bunları bir nebze olsa bile söyleme imkânını asla tanımadı Devlet Bey’e ve kurmaylarına. Tarihin mezarlığı kendisini vazgeçilmez sananların kemikleriyle bu yüzden doluyor belki de...
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi