Taksim’den İmralı’ya…
Taksim ve Gezi Parkı’ndan başlayıp, bütün ülkeye yayılan eylemlerin nelere gebe olduğunu görmek için vaktin erken olduğunu sananlar yanılıyorlar. Ustaca manipülasyonlar ve mânidâr(!) desteklerle iktidârın lehine çevrilen muhalif gösteriler, çok daha büyük, etkili ve yaygın bir biçimde bütün ülkeyi yangına çevirebilecek potansiyele sâhiptir.
Oslo görüşmelerinin üzerindeki karanlık, ardından bizzat MİT müsteşarının yürüttüğü İmralı görüşmelerinin üzerindeki esrar perdesi Türkiye’nin geleceğini meçhûl bir ipoteğin altına almıştır. Bu görüşmelerde Türkiye’nin devlet olarak ne gibi taahhütlere imza atığına dair, Kongra-Gel Başkanı Remzi Kartal’ın, “Hâlbuki Önder Apo devlet heyetiyle yaptığı mutabakat ortada. Bunlar yazılı olarak, bizim, devletin ve Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) elinde var. Açılım süreci aksarsa bunları açıklarız” şeklindeki açıklamasında olduğu gibi, basına sızan/sızdırılan bilgilerden başkaca bilinen hiçbir şey yoktur.
Güneydoğu illerimizde olan bitenler, egemen bir devletin içinde olabilecek türden değildir.
PKK kolluk kuvvetlerinin diploma törenleri, bölgede devletin varlığının her geçen gün erimesi, BDP milletvekillerinin sürekli olarak hükümeti ve devleti tehdit eden açıklamaları Ankara’da egemen bir hükümetin ve devletin varlığından bahsetmeyi zorlaştıran gelişmelerdir.
‘Kürt açılımı’nın aksama ihtimâline binâen BDP ve PKK tarafından Türkiye Cumhuriyeti devletine yönelen tehditler üzerinde düşünmenin zamanı geçmiş midir, olacakların önüne geçmenin imkânı var mıdır sorularının bile anlam kazandığı bu günlerde Taksim ve İmralı arasındaki hat üzerinde düşünmek gerekir.
Taksim’in bir ‘prova alanı’ olarak kullanıldığı ve aslı oyunun ‘İmralı’ya özgürlük’ adıyla çok daha büyük kalabalıklarla ve senkronize olarak pek çok şehirde ‘perde’ diyeceğini görmek için özel bir istihbarata ihtiyaç yoktur.
İşte tam da bu sebeple bu süreçte ısrarla yazdığım gibi, bu muhalefetin içinde değil, lâkin kendi hassasiyetlerimiz ve kendi muhalefet argümanlarımızla muhakkak yanında olmak ve gösterilere bahse konu mührün vurulmasının önüne geçmek gerekiyordu.
Yanında olmak için ‘Gezi Parkı’na çadır kurmamız ve o parkın içinde yatıp kalkmamız gerekmiyordu elbette.
Yapmamız gereken yalnızca aksiyoner bir siyâsî hareket olmanın gerektiği gibi, ‘üç-beş ağaç için’(!) tonlarca biber gazı ve binlerce jop yiyenler kadar, elinden otuz yılın kanı akan İmralı’daki katille yapılan görüşmelerde altı imzalanan tutanakları, ellerini kollarını sallayarak ülkeyi terk eden PKK’lıları, on yıldır süren yolsuzlukları, gemicikleri, kadrolaşmaları, hileli sınavları ve kul haklarını, talan edilen belediye şirketlerini, Ortadoğu’da oynanan ve bizi komik durumlara düşüren ‘derin strateji’ oyununu, başına çuval geçirilen Türk askerini ve buna benzer yüzlerce muhalefet argümanımızı demokratik ve hukukî yollarla meydanlarda toplumsal muhalefete çevirmemiz gerekmekteydi!
Yapmamız gereken yalnızca aksiyoner bir siyâsî hareket olmanın gerektiği gibi, Kerkük’te şehit edilen Türklerin, Doğu Türkistan’da katliâmlara mâruz kalan Türklerin acılarını ve yaşama haklarını haykırabilmek ve özellikle Dışişlerine, Hükümete ve İslâmcı çevrelere de bu konulardaki mide bulandıran suskunluklarının hesâbını sorabilmekti! O zaman belki Taksim ve İmralı hattında provası yapılan oyunu bozabilirdik. O zaman bizi hesâba katmadan hiç bir oyunu rahatça sahneye koyamayacaklarını anlayabilirlerdi.
Fakat, biz Taksim’deki üç-beş solcuya, üç beş pankarta ve postere kilitledik zihnimizi ve “kahrolsun komünistler” sloganının câzibesine kapılarak ‘yeni müesses nizam’ın tarafına düştük. Polisin orantısız şiddetini, silahsız insanların ölümüne sebebiyet vermenin “efsane yazmak” olduğunu kabullendik, “Câmide içki içtiler” gibi bizzat Başbakanın provokasyonuna ortak olduk.
Böyle giderse, yakın zaman sonra meydanlarda ‘Apo’ya özgürlük’ kampanyaları başladığında da “henüz son sözümüzü söylemedik” diyecek olanların son sözlerini başkaları söyleyecek ve o sözler de bu ülkenin bütünlüğünün ve bu milletin birliğinin/dirliğinin de sonu olacaktır.
Bundan sonrası ise, ‘Bâ’de’l harâbü’l Basra’dır.
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi