Hikmet-i hükümete ahlâk cüppesi giydirmek..
Siyaset adamı iki ahlâkî tercih ile karşı karşıya, ‘inanç ahlâkı’ veya ‘mes’uliyet ahlâkı’, ya inançlarına boyun eğecek, hareketlerinin neticelerine aldırmayacak, kimseyi dikkate almayacak, yahut kendini yaptıklarından sorumlu tutacak bahanelere başvurmayacaktır.
Siyaset adamı ‘inanç ahlâkı’yla inançlarına boyun eğdiğinde, içine doğduğu sosyolojik yapı, yetiştiği fikir dünyası, rol modelleri, ideolojik mensubiyeti hepsi hükümet etme uslûbuna yön verecek ve kimseyi dikkate almayacak, yapıp ettiklerinin neticelerini tartışmayı bile bir tenezzül meselesi olarak telâkkî edecektir.
‘İnanç ahlâkı’nın siyâset adamındaki ‘ölümcül yan tesiri’ güven zehirlenmesidir.
‘Mes’uliyet ahlâkı’yla kendini yapıp ettiklerinden sorumlu tuttuğunda ise, tenkide açık olacak, kendi inandıklarına inanmayanların da endişelerini, korkularını, mağduriyetlerini, hayat tarzlarını, kültürlerini anlamaya çalışacak, uygulamalarına karşı oluşan farklı tepkilerin meşrûiyeti üzerinde en azından düşünecek, “ya haklıysa?” sorusunun bir tâviz değil, hakikati anlama cehdi olduğunu bilecek ve kendisinin de yanılma ihtimâlini diri tutacaktır.
Hiç şüphesiz ‘mesuliyet ahlâkı’yla ‘hikmet-i hükümet’ zordur, ‘dar kapı’dır.
Hele ki seçim sandığının kendisine ‘hakem düdüğü’ kadar tartışmasız bir yetki verdiğini düşünen, bu yetkiyi ‘racon uslûbu’yla kullanan siyâset adamı için muhâldir. Çünkü onun için iktidar demek oy oranı demektir ve o oy oranının kendi hânesine yazılmayan kısmı artık ‘yok hükmünde’dir, yok varsayılan kitlenin en az kendisine yetki veren kitle kadar olması hiç bir şeyi değiştirmeyecektir.
Burada kaybolan en hayâtî değer ‘adâlet’tir, herkes için adâlet.
Siyâset adamı ‘inanç ahlâkı’yla hükümet ederken herkes için ‘adâlet’ değil, kendi adâleti için ‘itaat’ ister, çünkü inanıyordur ve inandıklarından hiçbir şüphesi yoktur, bunun ancak bir peygamber misyonu olabileceğini düşünemez, çünkü zaten düşünmüyordur.
Ne insanı ‘eşref-i mahlûkat’ olarak tavsif eden Kur’ân öğüdü, ne de kestiği kurban etini dağıtırken bir parça da gayrı müslim komşusuna vermediği için kızı Fâtıma’yı ikâz eden Peygamber metodu ‘inanç ahlâkı’yla hükümet eden siyâset adamının ‘hikmet-i hükümeti’ne ‘ahlâk cüppesi’ giydirmesi hususunda kılavuzluk etmez, çünkü ‘mizan fikri’ artık zihninin çok gerilerinde kalmıştır, zihnine hâkim olan tek şey iktidardır.
‘İnanç ahlâkı’ ve ‘mesuliyet ahlâkı’ arasındaki tercih, seküler siyâset için ‘dar kapı’ olduğu gibi, siyâseti dinî değerler üzerine inşâ edenler için ve hatta bilhassa onlar için olmazsa olmaz bir tercih olmalıdır, çünkü siyâsetlerini ve hikmet-i hükümetlerini yasladıkları dinin en hayâti değeri ‘adâlet’tir, fakir, zengin, genç, yaşlı, kimsesiz, asker, sivil, dindar, dinsiz, ayyaş, müfrit, mutedil, dost, düşman, virânede olan ve kâşânede olan için, ‘herkes için adâlet’.
İşte tam bu noktada ‘İslâmcı siyâset’(ne demekse?) rüştünü ispatlayabilmekten fersah fersah uzaklaşmış, adâletten adâletsizliğe tenzil etmiş ve kendinden öncekilerle benzeşerek aslında siyâset adamı için miheng taşının İslâmcı(kavramın sakilliği ayrı bir tartışma konusudur) ‘hikmet-i hükümet’ ya da ‘seküler devlet anlayışı’ değil, yalnızca ‘adâlet’ olduğu bütün açıklığı ile tebârüz etmiştir.
Kötü tecrübelerin asıl faturasını siyâsî partiler, liderleri veya kadroları değil, temsil ettikleri değerler sistemi ödemektedir.
Dolayısıyla İslâmcı bir siyâsî iktidârın tüm kalıcı ve ağır faturasını da hiç hak etmediği halde İslâmî değerler silsilesi ödemektedir, üstelik gelecek adına.
Kıtaların iskeleti kadar kadîm Mısır’da ve İslâm düşünce tarihinin önemli sıklet merkezlerinden Suriye’de, Irak’ta ve tabii bin yıllık İslâm toprağı Türkiye’de olanların kendini sorgulama geleneğinin yokluğuna rağmen bu perspektifte bir daha değerlendirilmesi gerekmektedir…
Önümüzde büyüyen iki tercih, yalnızca ‘İslâm, insan, medeniyet ve millet’ üzerinden tefekkür ederek, ‘İslâmcı’ kavramının sakilliğinden kurtulmak ve ‘siyasal İslâm’ın yakın bir zamanda gireceği ‘abesler mezarlığı’ndan tekrar ‘hikmet’ ve ‘irfânın’ doğması için dua ve cehd etmek ya da hakikatlerin önünde ‘perdedâr’ olmaya devam etmek?!
Hangisi?
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi